subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt III                                                                           Sabri Tandoğan

 

Sessizlik Kültürü

Matematik profesörü olan bir arkadaşım anlattı. Japonya’ya dünya Matematikçiler Kongresine gidiyor, Tokyo’ya indiklerinde, görevli memura soruyor. Burada hem temiz ve ucuz, hem kali­teli hangi lokanta vardır? Memur tarif ediyor. Orada bin kişilik bir lokanta var diyor. Bir arkadaşı ile güle oynaya lokantaya gidi­yorlar. Kapıdan girer girmez birden bin kişinin bakışları ile kar­şılaşıyorlar. Çünkü onların gürültü ile girdikleri lokantada çıt yok. Mutlak bir sessizlik egemen. Şaşırıyorlar. Ne içeri girebiliyor, ne dışarı çıkabiliyorlar. Şef garson halden anlıyor. Hemen geliyor, onları içeri alıp oturtuyor. Çevreye bakıyorlar, herkes öylesine sessiz ki... Bir sipariş verileceği zaman garsonun kulağına fısıl­dıyorlar. Çatal kaşıklarını masaya koyarken inanılmaz bir dikkat gösteriyorlar. Aman bir ses çıkmasın, aman bir gürültü olmasın diye. Arkadaşım bakıyor bakıyor hayran oluyor. Demek ki diyor, bir de sessizlik kültürü varmış.

Yine bir pazar sabahı arkadaşım, trene biniyor. Bir pazar sabahı bir Japon banliyösündeki hayatın akışını etüd edecek... Trende oturduğu yerin karşısında bir Japon aile var. Ana, baba ve çocuk. Çocuk henüz iki yaşında. Ne hikmetse durmaksızın ağlıyor. Anne bir yandan çocuğu susturabilmek için çırpınıyor, bir yandan da arada arkadaşımı süzüyor, acaba yabancıyı rahatsız ediyor mu diye... Ama bir türlü başarılı olamıyor. Eşi, köşede sükûnetle gazetesini okumakta. Nihayet gidiyor ondan yardım istiyor. Baba yine yavaş yavaş yerinden kalkıyor, çocu­ğun yanına gidiyor ve yanağına çok hafif, çok yumuşak bir fiske vuruyor. Çocuk derhal susuyor.

Bütün bunlar bize sağlıklı, mutlu, huzurlu yaşayabilmek için sessizliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yüksek sesle müzik dinleyenlerin bir süre sonra yavaş yavaş beyin hücre­lerinin öldükleri bilimsel çalışmalarla ortaya çıkıyor. Gürültü in­sanı hasta ediyor, sinir sistemini tahrip ediyor, onu hayata karşı duyarsız ediyor. Pascal, insanın hayatta başına ne gelirse, işi bittikten sonra bir köşeye çekilip sükûnetle hayatı, insanları, olayları tefekkür edememekten gelir diyor.

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak’kın, Hazreti Musa’yı Fira­vun’u Hak’ka çağırmakla görevlendirdiğini okuyoruz. “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle” diyor. Allah yavaş sesle konuşanları sever. Seslerinizi Peygamberin sesin­den fazla çıkarmayınız. Bağırmayınız. Yüksek sesle konuşma­yınız. Seslerin en çirkini eşek anırmasıdır.

Yunus bir haber verir, işitenler şâd olur. Şâd olmuyorsak, huzuru, mutluluğu içimizde bulamıyorsak kabahat bizdedir. Ya aramıyoruz, ya aramasını bilmiyoruz. Yunus insanları şâd eden haberi, nice arayışlardan, gayretlerden, fedakârlıklardan sonra bulmuştur. Bu bir aşk işidir. Çile işidir. Hepimizin bildiği bir ilâhi­de bu ne güzel anlatılır. Güzel âşık cevrimizi çekemezsin de­medim mi? Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?

Mânâ âleminin kapıları geceleri aralanır. El ayak çekilip ses­sizlik çökünce duyu organları yepyeni bir canlılık kazanır. Daha derin düşünür, daha güzel hissederiz.

Yeryüzündeki bütün büyük ve güzel işler, sessizlik içinde şekil alırlar. Güzellik ve yücelik duygusu ancak sessizlikte algı­lanır. Sessizliğin sesini dinleyenler, mesut ve bahtiyar insan­lardır. Kenan Rifaî, “sükût olsun sana tevhid” diyor. Şunu unutmayalım. Söylenen söz vücut bulur. Söz gümüşse sükût altındır. Sabahın selâmını alanlar sağlıklı ve huzurlu insanlardır. Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem diye bir ilâhi okurdu büyüklerimiz. Ne güzel bir söz. Şu içinde bulunduğun ânı yaşayabiliyor musun? Mesele burada. Hayat, yaşamak, varoluş bu an içinde. Dün bir rüya idi, yarın ancak bir hayal. Bir saatin 59 dakikasını geçmişi anmakla geçiren insan, yaşama­sını bilmiyor demektir. Geleceği öğrenmek için sarfettiğimiz her dakika kaybolmuş bir zamandır. Yaşadığı ânın bilincinde olmak. Onu en güzel şekilde değerlendirebilmek. Önemli olan budur. Hayatımızın her dakikası eşsiz bir mucizedir. Hiçbir zaman yeni­lenemeyen eşsiz bir mucize... Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Renk dolu, ışık dolu, şiir dolu... Ama bütün bu güzellikler görene... görebilene... köre ne? Ne olur, ruh ve akıl sağlığından uzak insanların hezeyanlarıyla, saçmalıkları ile hayatımızı berbat etmeyelim. Yaşayalım. Seve­rek, inanarak, aşkla, heyecanla, edeple, tevâzu ile, sabır, şükür ve kanâatle yaşayalım. Varoluşun çılgın güzelliğini duyalım. Sevmek devam eden en güzel huyum, diyelim. Sevdiğimi de­mez isem sevgi derdi boğar beni, diyelim. Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz, diyelim. Küskünlüklerle, dargınlıklarla, kırgınlıklarla hayatımızı berbat etmeyelim. Şunu unutmayalım. Kırgınlıklar bizim için önemini kaybedinceye kadar kırılmaya hazır olalım. Kendi kendimiz olalım. Asıl güzellik dışta değil içte­dir. Dışarda her şey önemini kaybettikten sonra sen varoldun. Sev. Deli gibi sev. Bütün kâinatı kucakla. Yerdeki kum tane­sinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün varlığı bağ­rına bas. Alabilir miyim deme. Özdemir Asaf, dünya kaçtı gözü­me diyordu. Her gün en az, kendinle yarım saat kal. Bunu yapa­mazsan, sağlığını ve ruh huzurunu kaybedersin. Vaktim yok diye kendini kandırma. Aldanışların en çirkini insanın kendi ken­dini kandırmasıdır. TV önünde, başkalarının günahlarını yazan gazete önünde, dedikodu ile geçen zamanların önünde geçen saatlerini bir hesaplasan. Ne verdiler sana şimdiye kadar. Bir düşün. Onlara vakit var, ama kendi kendimizle başbaşa kal­maya, bir güzelliği yaşamaya, pişmanlık duymaya, özür dile­meye, yaptığımız bir yanlışlığı düzeltmeye, bir dertlinin gözya­şını paylaşmaya, bir hastayı ziyarete vakit yok... Ne kadar rahat bir şekilde kendimizi kandırıyoruz. Bir gece kalksak, herkesin uyuduğu bir vakitte, gecenin sessizliği içinde bunları düşünsek. Bütün işe yaramaz, mânâsız, münasebetsiz düşünceleri atsak, içimizi sevgi ile, saygı ile, edep ile, incelik ile, hizmet aşkı ile dol­dursak... Şehrin gürültüsünden kurtulup, güzellikler âlemine ka­nat açabilsek...

Hayat daima denge arayan bir teraziye benzer. Bir tarafta kaybedersek diğer tarafta kazanırız. Dimağın huzur içinde kal­ması, hayatın en büyük nimetlerindendir. İnsan ancak kendini kontrol ederek, bir güzelliği yaşayarak, hayır yaparak, Hak’ka giden yolun, halka hizmetten geçtiğine inanarak bu nimete ka­vuşur. Nefsini bilen Rabbini bilir. İnsan; kendini anlaması dere­cesinde mutlu ve huzurlu olur. Sâkin insanı herkes sever, ona herkes saygı gösterir. Huzur ve sükûnet içindeki insan, diğer insanların barınacağı bir liman gibidir. Huzur ve sükûnet insan kültürünün en güzel dersidir. Bütün büyük, yüce, güzel duygu ve düşünceler onun içinde şekillenir. Güne huzur ve sükûnetle başlayıp, öyle bitirenler ne güzel insanlardır. Kâinatın Efendisi, imkân buldukça ekmeğini ve suyunu alır, Hira mağarasına gi­der, oradan kâinatı seyrederdi. Gökyüzünün, yıldızların yüceli­ğini, güneşin doğuşu ve batışındaki takat getirilmez güzelliği oradan seyrederdi. Doğa güzellikleri, san’at eserleri, hayat, an­cak sessizlik ve yalnızlık içinde yaşanır ve idrâk edilir. Kargalar sürü halinde yaşarlar. Kartallar yalnız gezerler. Bütün büyük insanlar sessizliği ve yalnızlığı seven, az konuşan insanlardır. Çok konuşmak heybeti giderir, vakarı azaltır.

Bir veli zat tanımıştım yıllar önce. Güzeller güzeli bir insandı. Bir toplumda insanların boş ve mânâsız sözlerinden tedirgin olunca başını önüne eğer, sükût ederdi. Bu hareketi derhal kar­şı tarafı uyarır, onları hizaya getirirdi. ResûluIlah Efendimiz, “Ya hayır söyle yahut sus” diyor. Bazen cevap vermemek, sükût etmek en güzel cevap oluyor. Kalabalıkta malzeme toplanıyor, sessizlik ve yalnızlıkta işleniyor. İç dışa yansıyor. Sessizlik ve nezaket bir kültür, gürültü ve kabalık ilkelliktir. Hâl ve tavrına, duruş ve oturuşuna bakarak bir insan hakkında isabetle hüküm verebiliriz. Asıl nezâket dimağın içten aydınlanması, ruhun bü­tün vücuda hâkim olmasıdır.

İnsanoğlu nazlı bir kuş gibidir. Kanatlarına kin, nefret, ihtiras, edep ve hayâdan mahrumiyet bağlanmışsa olduğu yerde kalır. Yüceliklere ulaşamaz. Hayatta kötü ve çirkin insan yoktur. Çe­şitli nedenlerle içindeki iyilik ve güzellikleri ortaya çıkaramamış insan vardır. Mevlânâ “Ey kardeş, yalnız duyuş ve düşü­nüşten ibaretsin. Geri kalan sadece et ve kemiktir.” diyor. Her an, her insan, yeni ve farklıdır. Her an hayat yeniden olu­şuyor. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah her an yeni bir şe’ndedir” buyrulmuştur. Yunus, “Her dem taze doğarız, bizden kim usa­nası” der. Ağız mübarek bir uzuvdur. Onu kirletmemelidir. Hayır için açık, şer için kapalı olmalıdır. Olaylara sükûnetle baka­bilmek, olgun insanların harcıdır. “Mevlâ görelim neyler, ney­lerse güzel eyler” diyenler olgun, kâmil ve zarif insanlardır. Önemli olan, farkında olarak, her an yeni bir güzelliği yaşaya­bilmektir. Olan, olması gerekendir diyebilmek her babayiğidin harcı değildir. Gözlerim açık diye, her şeyi gördüğünü mü sanı­yorsun? Her varlık kâinat kitabının bir kelimesidir. Her an hayat yeniden var oluyor; yeniden yok oluyor. Farkına varılamayan, bizim için yok demektir. Balık denizde yaşar ama ne denizi bilir ne kendisini...

Müslüman odur ki; diğer insanlar onun dilinden ve elinden selâmette olurlar. Muhakkak nefis kötülüğü emreder. Allah’ım, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, beni nefsimle başbaşa bırakma. Ayıp örtenin ayıbı örtülür. Herkes, her meseleyi kendi hesabına yeniden düşünmelidir. Ancak o zaman Yunus’un de­diği gibi, “her dem taze doğarız, bizden kim usanası” hâli tecelli eder. Bir fikir matematik kadar açık bile olsa onu yeniden ele almak lâzımdır. İnsanı hayvandan ve makineden ayıran ve üstün kılan düşünme melekesidir. Su yükseldiğinde gemi de yükselir. Bir sohbet meclisinden en çok istifade eden, edepli olan, susan, saygı ile dinleyen insandır. Zafer sabırdadır. Öfke­sine hâkim olan kurtulur. Kur’an-ı Kerim oku diye başlıyor; Mes­nevî dinle diye... Konuş diye başlayan bir kitap görmedim. Âmâ peygamber var ama, sağır peygamber yoktur. Dinlemek, gör­meden önce gelir.

Düşünmeden konuşanlar, toplumda hiçbir zaman sevilmez­ler, saygı görmezler. Derdini kimseye açma. Yan ama tütme. Allah’a havale et. Kimseden bir şey bekleme. Seccaden sana yetmiyor mu? Mutluluk ve huzur sessizliğin içindedir... Allah, ru­hun içindeki ölümsüz sözünü sadece sessizliğin içinde söyler. Aşk ile gel, kemâl ile git. Kötülükten kaç; yalnızken bile işlesen, kötülük seni yorar. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Rabbim, her şeyi, nasılsa öyle göster bana. İnsanın hamuru iyilik ve gü­zellikle yoğrulmuştur. Her an yol alıyoruz birlikte kabre doğru. Savaşa, kavgaya, hırçınlığa ne gerek var? Allah’a olan sevgi­mizi, biraz da insanlara hizmet şeklinde göstersek ne kaybe­deriz? Fikirleri dağınıklıktan kurtarmak için, özüne irca etmek ve onu gözden kaçırmamak lâzımdır. Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar.

İtiraf edelim, zor bir çağda yaşıyoruz. Her şey insana karşı. Bugün insanları yargılarken insaflı olalım. Bugünkü insana ba­karken neyi noksan diye değil, bu şartlar altında hâlâ neyi kay­bolmamış diye bakmak gerekiyor. İnsanlar doğuştan tertemiz doğuyorlar. Melek gibi doğuyorlar. Sonra aile, okul, toplum üçlü­sü onu canavar haline getiriyor. Hepimiz, canımız dişimizde, çok zor şartlarda yaşıyoruz. İnsanlara eleştiri ile yaklaşmak, her an onları yargılamak bize ne kazandırıyor? Ne olur biraz da sevgi ile, saygı ile, edep ve incelikle yaklaşsak onlara. Bugünün insanı eleştiriden çok, yargılanmaktan çok, sevgi, saygı, ilgi öz­lemi içinde. Ne olur birbirimizden esirgemeyelim bunları. İn­sanlar bizden sevgi bekliyor. Saygı bekliyor. Biz onlara ne gö­türüyoruz? İnsanda sesi duyulmamış büyük bir mûsiki gizli. Onu duyabilmek için çaba harcamak lâzım. Yüzüne yanlışını çarp­mayın hiç kimsenin. İtiraf için kimseyi zorlamayın. İç dünyasında bir çıkar yolu bulabilmesi için, sevgi ve saygı ile, hikmetle ona fırsatlar verin. Kâinatın en büyük sarayı, içi sevgi ile dolu insan kalbidir.

Gevezelik içten fethi engeller. Tekâmüle engel olur. Etki gücünü azaltır. Sükûta sarılan kurtulur. Kurtuluş, diline sahip olmaya bağlıdır. Söz gümüşse sükût altındır. Sükûttan daha gü­zel söz söyleyeceksek ağzımızı açalım. Sükûtun şiiriyetini yaşamak ne güzeldir. Özdemir Asaf, “Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim” der. İnsan düğümü ancak sevgi ile çözülür. Karanlıklarla dolu insan yaşamı ancak sevgi ile aydınlanır. Hep şikâyet, hep eleştiri, hep yargılama... Bunlardan ne kazanıyoruz ki... Karanlıklara küfredeceğimize bir mum ışığı yakabilsek... İnancın temelinde yatan sevgi, saygı ve hoşgörü değil midir? Neden sürekli olarak duygu ile düşüncenin arasına fesat sokuyoruz? Kalbin alanı ayrı, kafanın alanı ayrı. Biz kalple çözülecek, duygu ile halledilecek bir soruna kafa ile yaklaşırsak, keza aklın çözebileceği alanlara duyguyu karıştı­rırsak, sonuç hüsran değil midir? İnsanı mutlu eden, kendi iç âleminde bir düzen, bir güzellik, bir âhenk kurabilmesidir. Kalbin edebi sükûttur. Elde edilmesi en güç dostluk, insanın kendi ken­disiyle dost olabilmesidir. Gözü yerde olanın, gönlü âsumana çıkar. İnsanoğlu aşkla yükselir. İnsan olmak bir san’attır. Istırap bir rendedir. Fazlalıklarımızı alır. İnsanı insan yapan yine insan­dır. Her an yeni bir hâl içindeyiz. Her an yeni bir sınavdayız. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Hilkatten murat idrâktir. Şükretmemek, nimetin elden gitmesine sebep olur. Allah kuluna kâfidir. Seccadende bulamadığın huzuru ve gü­zelliği hiçbir yerde bulamayacaksın. İnsanın gözü aklı kadar görür. Dikkat et vücudun bir mâbettir. İçinde sana senden yakın olan vardır. Mânâ âleminin kapıları; sabır, şükür, edep, tevâzu ve sükût ile açılır. Dünya ancak sessizlikte açar kendini. Ses­sizlik kişiyi özgür kılar, darağacında bile... Yarının çiçekleri bu­gün atılan tohumlardır. Yaşamanın hüneri, her yeni günün gü­zelliğini görebilmektedir.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]