subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt III                                                                           Sabri Tandoğan

 

Dini Yeniden Yaşama

Senelerce, senelerce evveldi. Bir Anadolu kasabasında bir kundura tamircisi vardı. Kendi halinde, efendi, yumuşak, sessiz bir insandı. Yalnız yaşardı. Çevredeki insanlar onu çok sever, sayarlardı. Derdi olan, sıkıntısı olan, sorunu olan, hastalığı olan ona giderdi. Dert verip, derman alırlardı.

Bir gün kasabaya bir münâdi gelir. Falanca gün, büyük hadis âlimi gelecek, ders verecek. Duyduk duymadık demeyin, der. O gün gelir. Herkes akın akın camiye koşar. Bizim kundura tamir­cisi de gelir. Namaz kılınır. Namazdan sonra Hazret, camii ter­keder. Herkesin önünden geçerek dükkânına gider. Hayret ki hayret. Kimse izahını yapamamakta. Büyük hadis âlimi ta nere­lerden kalksın gelsin. Sen camii terket. Olacak iş mi bu. Her kafadan bir ses çıkıyor. Birisi, arkadaşlar der. Hepimiz bu zatın iyiliğini gördük. Arkasından konuşup günahını alacağımıza en iyisi kendisine soralım. Dersten sonra birkaç arkadaş gidip se­bebini soralım. Öyle yaparlar. Ders bitince giderler. Kundura ta­mircisi onları saygıyla dinler, sonra ah efendim der. Sizlere nasıl anlatsam. Bu benim en büyük ıstırabım. Bundan yedi yıl ön­ceydi. Yine bu zat ders vermek için kasabamıza geldi. Gittim. En sonra, ey cemaat dedi. Size yedi hadis söyleyeceğim. Siz bunları günlük hayatınızda yaşayacak, uygulayacaksınız. Böyle yapmazsanız, âhirette iki elim, iki yakanızda olsun. Lütfen siz­den öncekilerin yaptığını yapmayın. Bir kulağınızdan girip, bir kulağınızdan çıkmasın. Onları her gün, her saat yaşayın. Gün­lük hayatınız içinde, ev hayatında, iş hayatında yaşayın. Sözün burasında yine derinden bir ah çeker. Ben der, ne kabiliyetsiz, ne kötü bir insanım ki, yedi yıl geçti aradan hâlâ o yedi hadisi gerektiği şekilde kemâliyle yaşayamadım. Uygulayamadım. Ben yanmayım da kimler yansın. Ne kadar üzüntülüyüm. Şimdi han­gi yüzle mübarek âlimin huzuruna çıkıp da ilim talep edeceğim, der. Gelenler başlarını önlerine eğerler. Sessizce, mahcubiyet içinde çıkarlar.

Günümüzde sadece bilgide kalanlar, sadece öğrenmekle, okumakla, dinlemekle yetinenler için, bunu kâfi görenler için ib­ret verici bir anekdot. Efendim, ben onu da okudum, onu da biliyorum sözlerini ne kadar çok işitiyoruz. Ne kadar çok tanık oluyoruz bu tür iddialara. Büyük Yunus ne diyor böyle iddia sa­hiplerine;

          İlim ilim demektir

          İlim kendin bilmektir

          Sen kendini bilmezsin

          Ya nice okumaktır.


Acaba bilinenler, öğrenilenler, okunanlar, işitilenler günlük hayatta uygulanmadıkça, yaşanmadıkça neye yarar? Sadece satırda kalmak bize ne kazandırır? Öğrenilenler satırdan sadıra intikal etmedikçe, bir kuru emekten başka nedir? Dinin ezelî ve ebedî gerçeklerini kendi iç dünyalarında yaşamayanların, yaşa­yamayanların başkalarına verecekleri ne vardır? Papağan gibi tekrarlar kime ne kazandırır? Bir yerde bu kendimize ve inan­cımıza ihanet değil midir? Yenilenmeyen şey kabuk bağlar, katı­laşır ve ölür. Yunus;

          “Her dem taze doğarız / Bizden kim usanası” diyor.

Hayat her an yeniden doğuyor, yeniden batıyor. Hiçbir an birbirinin aynı değildir. Her an tekrarlanmayan yeni bir mucize­dir. Yunuslar, Mevlânâlar, Hacı Bayramlar, Hacı BektaşIar, Şabanı Veliler inançlarını bütün nüanslarıyla, bütün incelikleriyle yaşayarak şahsiyet olmuşlardır. İnançlarını yaşayarak, uygula­yarak daha derinlere, kaynağa, öze gidebilmişlerdir. İnançları sadece dillerinde, sadece şekilde kalanlar hiçbir zaman bir pa­pağan olmaktan öteye gidemezler. İslâmiyet, derin bir hisle, aşkla, heyecanla yaşanmadıkça, bir yaşama üslûbu haline geti­rilmedikçe, şekilde kaldıkça, toplumumuzdaki kaos daha da ar­tacak, daha da yoğunlaşacaktır. İslâmiyeti birtakım sloganların tekrarı sananlar nasıl aldanıyorlar, bir bilseler. Siz, birkaç fakülte bitirmiş, birkaç dil bilen, Avrupa’yı, Amerika’yı kapı komşusu yapmış, binlerce kitap okumuş, araştırmış, incelemiş insanların karşısına tekrarın tekrarı ile çıkarsanız başarınız ne kadar olur? Bugünün gerçek aydınları satırla yetinmiyorlar, sadıra inmek istiyorlar, karşılarında inançlarını samimiyetle, aşkla yaşayan insanlar görmek istiyorlar. Kim ne derse desin, insan yanmadan yakamaz. Kendi iç dünyası, mânâ âleminin ışığı ile aydınlan­madıkça, nurla dolmadıkça başkalarını etkileyemez. Avaz avaz bağırmakla, sağa sola çatmakla, önüne gelen her şeyden şikâ­yet etmekle, onu bunu kötülemekle kimse bir yerlere gelemez. Bu tür insanlar iyi bilsinler ki bu kafa ile gittikçe, evde kendi eşlerini, kendi çocuklarını bile etkileyemezler. Bugünün insanı söz değil, öz istiyor. Bugünün insanı sözü ile değil, fiili ile örnek olanlara saygı duyuyor. Artık hayatı, insanı, tarihi, kâinatı İslâmî bir görüşle ele alan, açıklayan, yorumlayan kişilik sahibi, inan­dığını, söylediğini herkesten evvel kendi yaşayan insanlara ihti­yacımız var.

Yunuslar, Mevlânâlar neden hâlâ yeni, neden hâlâ pırıl pırıl yaşıyorlar, bunu araştırmak lâzım. İslâmı bütün hayatlarında bir billûr kesafeti ile yaşamasalardı bu mümkün olur muydu? O zaman Yunus, “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diyebilir miydi? Bu dünyada her şeyi canlandıran, ona şevk ve heyecan veren, aşk ve dinamizm veren, ferdin ruh kudretidir. Kendisi bizzat mânen zengin ve kuvvetli olmayan, kültürü en ince detaylara dal budak salmayan, bütün kâinatı aşkla, heyecanla kucaklamayanlar hiçbir şeyden faydalana­mazlar. Sevgiden bakır altınlaşır, sevgi kâinatın altın anahta­rıdır.

Bir insanın, bir toplumun hayatını değiştirmek isteyen kimse­lerin, önce kendilerini değiştirmeleri, her gün daha iyiye, daha güzele gitmeleri gerekir. İnsan mânâ âleminin güzellikleriyle öy­le bezenmeli ki, yolda onu görenlerin aklına Allah gelmeli. Bir insanın hayatında devrim yapmak kolay iş değildir. Işık yan­madan, pervane etrafında dönmez. Makasta çekim kabiliyeti yoksa, çevresi iğne ile dolsa neye yarar. Belirli bir temizlik, arınmışlık, güzellik çizgisine gelmeden, belli bir kültüre, yaşama üslûbuna ulaşmadan, hâl sahibi olmadan insan kimseyi etki­leyemez; gidişini değiştiremez. İnsana hitap etmesini bilmek, yürekten konuşabilmek, kendi nefsaniyetini aşarak, küçük he­sapların üstüne yükselerek seslenebilmek çok önemlidir. Ancak gönülden gönüle yol bulunur. Meydan hatipleri gibi ortalığı çın­latmak, herkesi sağır sanmak, kibirle, gururla bakmak sadece bizi sevimsiz kılar. İnsanları bizden uzaklaştırır. Unutmayalım, sevgi sevgiyi doğurur. Saygı saygıyı doğurur. İnsanın içindeki sevgi önce sesinde yansır. Işığın sırrıyla aydınlanmadıkça ses­ler yumuşak değildir. İnsanları etkilemek, onların gidişini değiş­tirmek isteyenler, öyle tatlı, öyle yumuşak, öyle mütevâzı, edep ve incelik dolu olmalılar ki, onları görenlerin birden içleri aydın­lanmalı, sevinç, ferah ve mutluluk duymalılar.

Eğer konuştuğumuz sözleri yaşamıyorsak, onlar sadece bizim dudaklarımızdan çıkıyorsa, hiç şüphe olmasın, karşı tara­fın da bir kulağından girer, bir kulağından çıkar. Ancak gönül­den söylenen sözler, gönüllerde yer eder. İnsanı insan eden yine insandır, ama herhangi bir insan değil, içi başka, dışı baş­ka, söylediği başka, yaptığı başka olan insan değil, Hazret-i insan, insanları etkiler. Sözün etki gücü, kelimelerin şıklığından değil, yürekten söylenip söylenmediğinden gelir. Özden uzak, samimiyetsiz, orda öyle, burda böyle söylenen sözler kimseyi etkilemediği gibi antipati de yaratır. Güzellik insanın fıtratında vardır. Yapmacıklık, yapaylık, çalım satmalar onu rahatsız eder. Tedirgin eder. Huzursuz kılar. Çocukluğumda bir türkü vardı. Çirkin ile bal yenmez, güzel ile taş taşı, derlerdi.

Ancak bir güzelliği yaşayabilenler, onu başkalarına da yaşa­tabilirler. Her insan kendini üstün kılan, değerli kılan, güzelleş­tiren kültürel değerleri bilmeli, bulmalı ve bunları varlığının en yüksek değeri olarak muhafazaya çalışmalıdır. Bu da yetmez, onları aynı zamanda her gün daha da geliştirmeye bütün gü­cüyle gayret etmelidir. Yetişmek, tekâmül etmek, adam olmak kolay iş değildir. Beşikten mezara kadar devam eder. Kültür bir birikimdir. İnsan gönlü ışıkla dolunca ışıktan farkedilmez. Güzel bir sözün, güzel bir davranışın arkasında bazen nice güzel in­sanlar hattâ nesiller vardır. Bütün insanların kader çizgileri fark­lıdır. İnsanı değerli kılan, midesi değil kafası, yedikleri değil, dü­şündükleri ve yaptıklarıdır. İnsan uzaktan, dışardan değil, kendi içinden anlaşılır.

Karanlıklarda kalmış bir insanı ışığa, aydınlığa, güzelliğe gö­türmek, büyük bir maharet, sabır, tahammül, bilgi ve her şeyden önce sevgi ister. Bir insanı iknâ etmenin en iyi yolu, önce müş­terek noktalar tespit etmek, sonra onun fikirlerinden yola çık­maktır. Yanlış inançlarına, kanaatlerine sımsıkı bağlı bir insana karşı yapılacak ilk iş ona dostluk, sevgi ve saygı göstermek olmalıdır. Onu eleştirerek, onu hor ve hakir görerek, ona daha baştan hayır diyerek yola çıkarsanız, sonuç almak imkânsız olur. Gönüller arasında kurulacak köprü ile bütün engelleri aşarsınız. Halk arasında, gönülden gönüle yol vardır derler. O köprü bir kurulsun, yanlış fikirlerden doğrulara gitmek her za­man ihtimal dahilindedir. Bir kimsenin başkalarına ruh zengin­liğini aktarabilmesi ancak kendisinde birtakım güzelliklerin olma­sı ile mümkündür. Ancak, varolan verilebilir. Bugünkü psikoloji ve felsefe, dış dünyayı bizim kendi duygu ve düşüncemize göre yorumladığımızı ve anlamlandırdığımızı ortaya koyuyor. Kâinatı, kötü, karanlık, pis ve iğrenç buluyorsak, bunun sebebini kâinat­tan çok kendimizde aramalıyız. İnsan kâinatın en zengin muh­tevalı varlığıdır. Şimdiye kadar hiçbir ilim onun mânâsını, hiçbir sanat onun güzelliğini tüketememiştir.

İnsan hayatında öz değerler değişmemekte fakat onların be­yanı, ifade şekilleri, anlatımı, sunuluşu, çağlara, devirlere, za­mana, mekâna göre değişim ve farklılık göstermektedir. Tarih, sosyoloji, felsefe insanların her devirde ve her yerde farklı ifade şekilleri olduğunu göstermekte, bütün delil ve vesikalarıyla bu gerçeği ortaya koymaktadır. Kâinat her an yeniden yaratılıyor, yeniden varoluyor. Yeniden yok oluyor. Her an, her zaman dilimi yeni ve farklı. Daimi bir değişim süreci yaşıyoruz. Hele, bu ça­ğımızda baş döndürücü bir hal almış. Rüzgâr gibi geçiyor gün­ler, aylar, yıllar... Öz değişmiyor, hep aynı. Ama şekiller, ama görünüşler farklı. İnsanların içinde yaşadıkları durum ve o du­rum karşısında almış oldukları tavır onların hayat çizgisini mey­dana getiriyor. Hiçbir durum ve hiçbir seçme ötekine benze­miyor. Çünkü her an ve her insan yeni ve farklı. İnsanlık tarihi­nin ve kültürünün sonsuz zenginliği ve çeşitliliği böyle ortaya çıkıyor. Her insan kendi kişisel eğilimlerine, yeteneklerine, aldığı eğitime, çalışmasına göre gelişiyor. Hayatta içinde bulunduğu, karşılaştığı şartlara göre takip edeceği yolu bizzat kendisi seçi­yor. Şahsiyetini kazanmak, onu korumak ama aynı zamanda başkalarının şahsiyetine karşı saygılı ve hoşgörülü olmak. Sanı­rım en önemli sorunlardan biri de budur. Gerçek şahsiyet sa­hipleri ne kendi benliğini başkalarına köle yapar, ne de baş­kalarını köle yapmaya kalkar. Başkalarının şahsiyetine saygı duymayanlar, onları ithama, aşağılamaya kalkanlar, mütehak­kim, dar düşünceli, kültürden nasibini almayan insanlardır. Yu­nus, “tehi görme kimesneyi, hiç kimesne tehi değil” der. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o kadar ayrı mizaç ve irâde vardır. Bu farklı insanları bir araya getirecek kuvvet sevgidir, saygıdır, edeptir, inceliktir, zarafettir, öz verili olmaktır. Yunus, “Aşk gelicek cümle eksikler biter” der. Yunuslar, Mevlânâlar, bugün bile, çok farklı ülkelerin insanlarını bir araya getire­biliyorlar. Yunus, “Biz kimseye kin tutmayız, kamu âlem bir­dir bize” der. “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, şer’an evliya olsa, hakikatte âsidir” der. Yüzyıllar ötesinden gelen, o sevgi dolu, o tatlı, o yumuşak ses, bugün bile insan gönüllerini ürpertebiliyor. Sevgi ne büyük hazine. Zaman ve mekân engellerini aşarak ruhlar arasında bir birlik kuruyor. Ve bu duygu ne kadar derin ve kuvvetli. Şahsiyetleri gerçekten kuvvetli insanlar, uzun yüzyıllar ötesinden de olsa, insanlara güneş çarpması gibi derhal tesir ediyorlar. Yunus, “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diyor. Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar ve her doğan çocuğun kalbinde Nûr-u Mu­hammedî gizlidir. Önemli olan, edeplerin en güzeli ile onu gün ışığına çıkarmaktır. Allah’ı bütünden başka bir yerde aramak gaflet değil midir? Her varlık Allah’ı işaret eder, lâkin hiçbiri onu âyân etmez. Allah’tan başka tapacak yoktur. Allah’a bağlanış, insanoğlunu içinde başıboş dolaştığı, yolunu ve kendisini kay­bettiği bu abes dünyadan kurtarır. Ne var ki bu bağlanış içten gelmeli, samimi olmalı.

Din konusunda bazı aydınların veya kendini aydın sanan­ların almış oldukları tavır, ilmî düşünceden uzak, tarihi gerçek­lerden uzak birtakım önyargıIara dayanmaktadır. Bunların ara­sında insanlık kültürünün en önemli olayı olan din üzerinde, ay­dın ve kültürlü bir kimseye yaraşır şekilde ciddi olarak düşü­nenler, okuyanlar, inceleme yapanlar yok denecek kadar azdır. Oysa din, dün olduğu gibi bugün de insanlığın muhtaç olduğu en ulvî değerleri içinde taşıyan muhteşem bir kaynaktır. Tevhid güneşine dayanan İslâmiyet, göçebelik devrinde birçok parçaya ayrılmış, her parçası ötekine düşman Türk aşiretlerini, aralarına başka kavimleri de katarak birleştirmiş, hepsini aynı potada yoğurmuş, pırıl pırıl, iftihar edilecek bir millet haline getirmiştir. Allah’a olduğu kadar insana, ahirete olduğu kadar dünyaya, imana olduğu kadar ilme de değer veriyordu bu inanış. Nice gö­nül sultanlarını, ilim adamlarını, sanatkârları, devlet adamlarını yıldız yıldız ışıtarak, insanlık kültür tarihine armağan etti. Bir inanç sistemi ne kadar mükemmel de olsa, onu yaşayan, uygu­layan, onun çiçeklerini devşiren insanlar da o kadar gereklidir. Yüzeyde kalan, şekilde kalan, öze inemeyen kimseler neticede istemeseler de inançlarına söz getirirler. İnsanların inançlarını ele alış, yaşayış, uygulayış, anlayış tarzları çok önemlidir.

İnançlarına samimi olarak, yürekten bağlı insanlar, onu öyle yaşamalılar ki, bu yaşayış öyle göz kamaştırıcı, hayranlık uyan­dırıcı olmalı ki, karşı olanlar bile yavaş yavaş yola gelmeli, o saflara dahil olmalıdır. Bir inanca bağlanma, ona gönül verme, o yola başını koymada en önemli unsur, ona yaklaşım, onu ele alış tarzıdır. Üzerinde düşünülür, ilham alınır, işlenir, derin­leştirilirse, madde ile mânâ, ruh ile beden, zâhir ile bâtın, dünya ile âhiret arasında tevhidin ışığında bir sentez kurulursa, o inanç, en yüksek ve bereketli bir kültür kaynağı olabilir. Atalar sözü bunu ne güzel anlatır. Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur. Bir şeyin güzelleşmesi, gözleri ve gönülleri kamaştırması, faydalı, işe yarar hale gelmesi tamamen onu ele alış tarzına bağlıdır. Ona bakışa bağlıdır. Sevgiyle, saygıyla, edeple, ince­likle yaklaşılan her şey sonunda gökteki yıldızlar gibi parlamaya başlar.

Ellili yıllarda egzistansiyalizm bir masal, bir rüya gibi o günün gençliğinin dilinden düşmüyordu. Bize de sıçradı. Nice yazılar, nice kitaplar yazıldı. Çeviriler yapıldı. Konferanslar verildi. Aslın­da olay, Hıristiyanlığın yeni bir tefsirinden başka bir şey değildi. Fransa’da Paul Claudel, İngiltere’de T.S. Eliot bütün eserlerinde yeni çağın insanlarını etkileyecek bir tarz ve üslûpla hep kendi inanışlarını işlediler. Ama tamamen yeni, çağdaş bir üslûpla seslendiler insanlara. Nice insanı da peşlerinden sürüklediler. Bu öz ve şekil meselesi sandığımızdan çok önemli. Öz hep aynı kalıyor, değişmiyor ama, onun verilişi, sunuluşu, takdimi, zama­na, mekâna, duruma, şartlara göre değişiyor. Kâinatın Efendisi, “İnsanlara anlayacakları kadar söz söyleyiniz” buyuruyor. Her insanın, her toplumun, her çağın anlayışı farklı olduğu gibi, onun yorumu da farklı. Nitekim, demin bahsettiğim ellili yıllarda, bir gence Hıristiyanlığı anlatan bir din görevlisine sırt çevirenler, gel sana egzistansiyalizmi anlatayım denildiği zaman kendinden geçiyor, ürperiyor, aşkla, heyecanla dinliyorlardı. Oysa kökene indiğimiz zaman, onun, Danimarkalı Sören Kirkegard isimli bir papazın, Hıristiyanlığı, yeniden yeni bir üslûp ve ifade tarzıyla yorumlamasından başka bir şey olmadığını görüyorduk. Kirkegard, Kopenhag’lı zengin bir ailenin tek evlâdı idi. Çok çalışkandı. Papaz okulunu birincilikle bitirdi. Mükâfat olarak ken­disini okulu bitirir bitirmez, Kopenhag’ın en büyük kilisesine pa­paz olarak atadılar. Kirkegard orada birkaç yıl görev yaptı. Var­lıklı bir ailenin çocuğu olduğundan, yetişebilmek için her türlü imkâna sahipti. Evde bir hafta kitaplarına gömülüyor, okuyor, inceliyor, sonra gidip vaazını veriyordu. Bir gün bir hayat muha­sebesi yaptı. Ben dedi, kitaplardan okuduğumu gidip kilisede anlatıyorum. İyi ama bundan bana ne, dedi. Kendini bir papa­ğana benzetti. Aldığını veriyor, işittiğini tekrarlıyordu. Ürperdi, utanç duydu, ağladı. Ben dedi, anlattığım hususları kendim ya­şamıyorum ki, nedir yaptığım! Falanca şunu dedi, filanca bunu dedi. Kendini, metnini ezberleyip sahnede tekrarlayan bir aktöre benzetti. Yaşanmayan, hâl haline getirilmeyen bilgilerin tekra­rının da faydalı olamayacağı kanaatine vardı. Ben dedi oraya çıkıyorum, dudaklarımla konuşuyorum. Onlar geliyorlar, kulak­larıyla dinliyorlar. Ama gönülden gönüle bir şey intikal etmiyor. Gönüller titremiyor, ürpermiyor. Kalpler aşkla, heyecanla çarp­mıyor. Çirkin bir oyun oynanıyor. Aslında iki taraf da birbirini kandırıyor. Aldım, verdim oyunu oynanıyor. Mâdem ki, anlattı­ğım güzellikleri, yücelikleri yaşamıyorum, o halde o kürsüye çıkmaya da hakkım yok dedi. Durumu bir yazı ile kilise teşkilâ­tına bildirdi. Görevinden ayrıldı. Kendini, inançlarını derinleştir­meye ve onları yaşamaya adadı. İşte egzistansiyalizm bu çalış­malar sonunda, Hıristiyanlığın yeni bir yorumu olarak ortaya çık­tı ve etkisi büyük oldu.

Şahsiyet, bir bütünlük arzeder. Bu sebeple normal hayat seyri içindeki çelişkiler insanı yıpratır, çökertir. Kişi, ancak hem kendi iç dünyasında, hem de sosyal çevresinde uyum sağlaya­bildiği, çelişkilerden kurtulabildiği oranda normal şahsiyetini ge­liştirebilir, güzelleştirebilir. Devamlı bir ibadet, devamlı bir kont­rolü sağlar. Önemli olan, kişinin vicdanının sesine uyarak, kendi davranışlarını kendisinin kontrol etmesidir. İslâm, bütün hayatı topyekûn, en ince nüanslarıyla kucaklayan bir tarz, bir yoldur. Amaç, dünyada ve âhirette en iyi olana ulaşmaktır. Shakes­peare, aklınızIa gönlünüzün arasına fesat sokmayınız der. Aklın alanı ayrı, gönlün alanı ayrıdır. İlmin gayesi ile dinin gayesi, iyi kavranıldığı takdirde, ilimle dinin hem ilişkileri hem de hayat içindeki yerleri daha iyi belirlenecektir. Böylece çelişkilerden kurtulmak, ilmi de, dini de, insanın birini diğerine tercih etmek­sizin doyurulması gereken ihtiyaçları olarak görmek mümkün olacaktır. İlimle din bir kuşun iki kanadı gibidir. Birini yok say­mak diğerini âtıl hale getirir. Sağlıklı bir kafada, sağlıklı bir top­lumda ikisi de kendi fonksiyonunu icra eder. O zaman bir den­ge, bir uyum, bir güzellik ortaya çıkar. O zaman insan, varo­luşunun sonsuz heyecanını duyar, o zaman “Seviyoruz, güzel­liğimiz bu yüzden” der. “Hakikaten insan için, kendi çalıştı­ğından başkası yoktur.”, “Bilmiyorsanız, bilenlere soru­nuz.”, “De ki, Rabbim, benim ilmimi artır” diyen İslâm inan­cına göre din, Allah’ın gönderdiği emir ve yasakların, ilim ise tabiat âlemindeki değişmez münasebetlerin açıklanmasıdır. Va­hiy ile akıl yolu arasında bir çatışma, bir çelişki olmadığı gibi, bilâkis onlar birbirini tamamlayan, bütünleyen iki nurdur, Allah’ın nimetidir. İnsan “zübde-i âlem”dir. Tevhidî düşünce ile insan kendisini kâinatla bir hissedince, varlığının dar hendesesinden kurtulur. Böyle düşünen bir insan, kendisini sadece diğer insan­larla değil, bitkilerle, hayvanlarla, yıldızlarla, bilcümle cemâdatla akraba telâkki eder. Bütün varlık aynı sonsuz cevherin muayyen bir şekil içinde görünüşünden ibarettir. İnsanda diğer varlıklarda bulunmayan bir özellik vardır ki, o da kendisini ve kâinatı gör­mesi ve anlamasıdır. İnsan bir gözdür. Kâinatın kendi kendisini seyreden gözü, gözbebeğidir. “Merdüm-i dide-i ekvân” dır. Bu özellik yalnız insanda vardır. İnsan hem kendisini, hem de kâi­natı anlamaya çalışan bir varlıktır. Onu diğer varlıklardan ayıran başlıca vasıf da budur. Yunus, “Bu gözümden bakan nedir?” diye sorar. Gören, göz değil düşüncedir. İnsanlar, ebedî ve ev­rensel gerçekleri anlayabilecek yetenekleri haiz olarak doğarlar. Manevî terbiyenin rolü, tıpkı bir mikroskop veya teleskopun ayarlanması gibi, insanı, kâinatı ve kendisini görebilecek bir ha­le getirmesidir; gerçeklerin ve ilâhi güzelliğin farkına vardırma­sıdır. Şeyh Gâlip, “Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen” diyor. Bütün insanlar aynı Yaradan’ın kullarıdır. Bundan dolayı bütün insanlar birbirini sevmeli, birbirine yardım etmelidir. Bu aynı zamanda huzurun, mutluluğun, sağlık ve başarının da yoludur. Bir Amerikalı psikolog, para kazanma hırsı yüzünden ruh hastası olmuş bir holding sahibini iyilik yaptırarak, insanlara maddî mânevî yardım yapmasını sağlayarak tedavi etmiştir. Dinin kışrında kalmayan, onun edebiyatını yaparak dedikodu içinde yaşamayan hakiki dindarların hayatlarında, davranışla­rında, sözlerinde, insana derin huzur veren bir muvazene, bir tatlılık, bir yumuşaklık vardır. Onlara malınızı, canınızı, namu­sunuzu, her şeyinizi teslim edebilir, en gizli sırlarınızı söyleye­bilirsiniz. Bütün mesele, günümüzde pek çok örnekte görüldüğü gibi kâl sahibi değil, hâl sahibi olabilmekte, olanca temizliği, asaleti, güzelliği, içtenliği ile dini yaşayabilmektedir. Artık günü­müz insanları, din adına salâbet sahibi, içi dışı bir, yalansız, riyasız, temiz insanları, mert insanları görmek istiyorlar. Kendine bile, ailesine, yakınlarına bile hayrı olmayan din bezirgânlarına yeter artık diyorlar. Başkalarının en temiz, en nezih duygularını sömürü kaynağı yapanlar iyi bilsinler ki, en büyük ihaneti önce kendi özbenliklerine, sonra da inançlarına karşı yapıyorlar. Ve mutlaka bu dünyada da, öbür dünyada da cezalarını çekecek­lerdir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Bizi içinde bulunduğumuz kaostan, karma karışıklıktan an­cak tevhidî düşünce kurtaracaktır. Zıtlar, çelişkiler o zaman ahenk ve dengeye kavuşacak, karanlıklar o zaman aydınla­nacaktır. Kendi zamanlarında Yunuslar, Mevlânâlar, Hacı Bek­taşIar, Hacı Bayramlar bu dengeyi ne güzel kurmuşlar, tevhidin rengine ne güzel boyanmışlardır. Bir tek “Yaradılanı hoşgör Yaradan’dan ötürü” mısraı bizi yeniden gerçek hayata, ışığa, nura, huzura ve mutluluğa götürebilir. Unutmayalım, inançları da büyüten onlara aşkla bağlanan, onları yükselten, yücelten insanlardır ve onların verdikleri anlam, getirdikleri yorum, çek­tikleri ıstırap ve çilelerdir. Bir inanış ona samimi olarak gönül verenlerce, uğrunda mücadele edenlerce, canını, malını, bütün varlığını ortaya koyanlarca güzellik kazanır, gözleri ve gönülleri kamaştırır. Ağaç kökünden beslenmek suretiyle gelişir, çiçek açar, meyve verir. Din ile ilim, kalp ile kafa, duygu ile akıl bir uyum, bir ahenk, bir denge içinde oldukları zaman insanlar öz­lemini çektikleri huzur ve mutluluğa kavuşacaklar, tevhidin çatısı altında birbirlerini kucaklayacaklardır.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]