subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt III                                                                           Sabri Tandoğan

 

İnsan Bu Meçhul I

Japon dilinde, küçük, basit, önemsiz, sıradan, alelâde, lâlet­tayin gibi kelimeler kullanılmıyor. Çünkü onlara göre her şey önemli, hem de son derece önemli. Sanırım işin aslı da öyle, önümüzdeki iş neyse, onu hor görmeden, gücümüzün, imkân­larımızın oranında en güzel yapmaya çalışmak; ilerlemenin, tekâmülün ilk şartı değil midir? Ve biz millet olarak da, fert ola­rak da bundan ne kadar kaybediyoruz. Aklımız hep büyük iş­lerde, köy kahvelerinden tutun da, ta nerelere kadar her gün hükûmet kurulur, hükûmet devrilir. Kime sorsanız, ben başba­kan olsam şöyle yapardım, böyle yapardım hikâyeleri. İyi güzel de sen kendi hayatına bir renk, bir ışık, bir anlam getirebildin mi? Sen kendi ailen, kendi işyerin için bir huzur, neş’e, mutluluk kaynağı olabildin mi? Hangi yönünle örneksin? Nemrut da ken­dini ilâh gibi görüyordu ama küçük görülen, önemsiz görülen bir sivrisinek ona yetti, ona aczini öğretti. Kesinlikle söylüyorum, pek az istisna dışında bu düşünce bizde yok. Vaktiyle bir kitap bastıracaktım. Ankara’nın o tarihlerde ikinci gelen bir matbaa­sına gittim. Şöyle şöyle bir kitap bastırmak istiyorum; yalnız bir noktayı belirtmekte yarar var. Lütfen fiyatı ona göre isteyin. Ben titiz bir insanım, tek harf hatası bile beni çok üzer. Matbaacı doğruldu. İmkânsız efendim dedi. Hatasız kitap basılmaz. Hata­lar olur. Kitabın sonuna bir doğru-yanlış bölümü koyar, düzelt­meleri orada yaparız dedi. Kendisine biraz evvel Tarhan Kita­bevi’nde olduğumu, orada Shakespeare’in bütün çalışmalarının yer aldığı bir kitabı incelediğimi, çok ince puntolarla yazılmasına rağmen dev bir kitap olduğunu, kitabın başında, tek harf hatası bulana büyük bir para ödeneceğinin yazıldığını söyledim. Din­lemedi bile. Onlar sahaya çıkmadan mağlubiyeti kabul ediyordu. İşte bu zihniyette, bu kafa yapısında bir adamda önce şahsiyet kavramı, kendine saygı kavramı teşekkül etmemiş demektir. Ne demek onlar yapar, biz yapamayız demek? Bizim bir noksan­lığımız mı var?

Bu tip insanlar aslında yetişmemiş, olgunlaşmamış, tekâmül­den nasibini almamış zavallılardır. Onlar eşek gelmiş, eşek gi­decek yaratıklardır. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” hadi­sini kendisine ilke edinen gerçek mü’minlerin böyle düşünme­sine imkân var mıdır?

Küçüktür, basittir, önemsizdir diye yola çıkan insanlar hiçbir zaman iyiye, doğruya, güzele ulaşamazlar, en büyük ağacın başlangıcı bir minicik tohumdur. Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal koca bir atı... Sibirya’da sürgünde iken uyuz bir köpekle, kanadı kırılmış bir kartal Dostoyevski’nin en yakın dostlarıydı. Karan­lıkta kalan insan, titrek bir mum ışığı arar. Bir şey bulunma­dığında ya da az bulunduğunda, kıymeti daha çok anlaşılır. Yokluğunda bir dilim kuru ekmek, bir bardak su kâinat çapında önem kazanır. 1898 yılında doktor William Gogas mecbur kalın­ca, bir kavanoz dolusu ateş böceğinin ışığından yararlanarak bir askeri ameliyat etmişti. Ödev, içinde bulunduğumuz anın bizden istediği şeydir. Ne kadar güçsüz de olsak yine de yapabile­ceğimiz bir iyilik mutlaka vardır. Bir iş özenle, itina ile, saygı ve aşk ile yapılırsa, dağ başında bile olsa, insanlar o kimseyi arar bulurlar. Böyle yapılan iş ile insanlar değer kazanırlar. Kendi gözlerinde büyürler. Hayatta en acı olay, işini baştan savma yaparak, kendi gözünde küçülen insanın hâlidir.

İnsanlar, küçük, basit şey yoktur, her şey önemlidir, kavra­mına ulaşmadıkça asla huzuru, mutluluğu, manevî güzelliği bulamazlar. Nice büyük, dağ gibi servetler, küçük israflarla eriyi­verir. Ufacık bir alev bir ormanı yok edebilir. Bir tek sivrisinek bir insana geceyi zehir etmeye yeter. Kaleyi fethetmek için, küçük bir menfez yeter. Yumuşak bir ses tonu, sıcak bir bakış, bazen bir insanı hidayete götürebilir. Kaba bir hareketin, saygısızca bir davranışın bir insanın kalbini kilitlediği çok görülmüştür. Sonu bazen çok acı sonuçlar doğuracak bir kavgayı, çoğu zaman bir küçük söz başlatır. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. Bazen en büyük öfkeyi, dostça bir gülümseyiş söndürüverir. Kalbin kilidinin açılış ve kapanışı öyle minicik sebeplerle olur ki... Öylesine hassas ki insan kalbi. Bir tek kırıcı bir söz, gün gelmiş nice insanları mahva götürmüştür. Kâinatın Efendisi ne güzel buyuruyor, “Ya hayır söyle, yahut sus...” Bir tek bu hadisi bile günlük hayatlarında uygulayanlar için ne bü­yük manevî fetihler vardır. Bir küçük ihmal, bir aceleci davranış insana nice fırsatları kaçırtabilir, nice başarılara engel olabilir. Kaybımız ve kazancımız hep küçük şeyler yüzünden oluyor. Sevap ve günahı eşit olan insanın yapacağı bir iyilik, bu eşitliği bozar. ResûluIlah Efendimiz, “Elinde bir hurma fidanı varsa, kıyamet kopuyor da olsa onu hemen dik” buyuruyor. Ruhta denge öyle hassas bir terazi ile kurulmuş ki, bir olumsuz tavır, bir saygısız davranış, öfke ile söylenmiş bir söz, alaycı bir bakış, bu dengeyi aniden bozuverir. İşlerin hayırlısı vasat olanıdır. Her şeyin ifrâtı zararlıdır. Her şey ince bir hesap üstüne kuruludur. Huzur içte sağlanan dengenin meyvesidir. Bir gram atom, par­çalandığı zaman, üç bin ton kömürün yanması sırasında verdiği enerjiyi verir. Bir küçük fidan, yumuşak kökleriyle toprağı, bazen kayayı deler geçer.

Tarihe baktığımızda görüyoruz ki, Allah, gurura, kibire kapı­lanlara, nefsinin firavunu olanlara, derslerini en küçük ve en acizlerle veriyor. Kâbe’yi yıkmak için gelenlere, Ebrehe ordu­suna, Ebabil kuşları küçük gagalarıyla kızgın taşları nasıl fırlat­mışlardı... Sevr mağarasının önü, örümcek ağlarıyla nasıl da sarılıvermişti. Bazen bir dikkatli, hayret dolu, hayranlık dolu ba­kış, aniden insan fıtratını harekete geçirir. Bir bakış, bir ses tonu, bir zarif hareketle düğüm çözülüverir. İçimizde uyuklayan ve uyanmak için bir temas, bir ses, belki bir kelime bekleyen nice gerçekler vardır. Bunların yanında kafa ile öğrendiğimiz, hafıza yardımı ile saklamaya çalıştığımız bilgiler ne kadar sönük kalır. Varolan, yaratılan her zerre, kendi hâl dili ile konuşur. İnsanda görecek göz, işitecek kulak, hissedecek kalp varsa, her zerre, bizi Hak’ka götürecek bir melek gibidir. Görene... Köre ne... Bizi Hak’ka götürecek yolculukta tek bir adım atmak ne kadar önemlidir. Tren raya girince yol alması çok kolaydır. Bir adım, iyiye, güzele, doğruya doğru atılacak bir adım, hayatımıza renk getirecek, ışık getirecek muhteşem bir yolculuğun başlan­gıcı olabilir. Bazen bir insan kalbine aşılanan nezih, temiz, asil duygular, bir milleti kurtarabilir. İnsan isterse herkesten, her olaydan birçok şey öğrenebilir.

Lokman Hekime sormuşlar; “Hikmeti kimden öğrendin?” “Körlerden öğrendim” demiş; “onlar, bir yeri değnekleriyle iyice yoklayıp, kesin kanaat getirmeden bir adım bile atmıyorlar” de­miş. İnsanlara idrakleri dışında bir şey göstermeye çalışmak zor değil, imkânsızdır. Uykuda olan birden uyandırılmaz. Söz; yara­ları sardığı, şifa verdiği kadar insanı yaralayabilir de... Bazen hiç kapanmayacak yaralar da açabilir. Çok dikkatli olmak gerekir. Medeniyete, gelişmeye, ilerlemeye giden yolun kapısı dikkatle açılır. Deha dikkattedir.

İnsan kalbi ancak iyilikle, incelikle, edeple, saygı ile fethe­dilebilir. Istıraplarımızın, kederlerimizin, acılarımızın kökü varlı­ğımızın hikmetini bilmeyişimizde saklıdır. İnsanlar, dağların zir­velerini, denizlerin dalgalarını, büyük ırmakları ve engin okya­nusları görmek için seyahat ediyorlar. Ama ne yazık ki, pek ço­ğu, en büyük mucize olan kendi varlıklarını göremeden bu dün­yadan göçüyorlar. Adam aya çıkıyor, tepesine bayrağını dikiyor ama dönüp evine geldiğinde kendi karısı ile, çocukları ile diya­log kuramıyor. Ne yazık... İnsan ne kendini tanıyor, ne başka insanları. Aleksi Carel, “insan bu meçhul” diyordu. Bir hukuk­çu olarak otuz yedi yıllık meslek hayatımda dikkat ettim, ihti­lâfların asıl sebebi, insan denilen varlığın bilinmeyişinde gizli. İnsan nedir? İnsanı insan eden nedir? Bilinmiyor, ya da her­kesin kendine göre bir insan anlayışı, insan ideali, insan görüşü var. İyice dikkat edilirse, bu biraz da insanın bilinmeyişinden kaynaklanmıyor mu? Nasıl bir metre yüz santim ise, bir kilogram bin gram ise, bana göre, sana göre insan olur mu? Ve peşin hükümlerimiz, önyargılarımız devam ettiği sürece, insanı nasıl tanıyabilir, nasıl anlayabiliriz? Bir şeyler bildiğimizi sanıp, ben onu anlamam, bunu anlamam diye firavunluk tasladığımız sürece, adına insan dediğimiz o büyük düğümü nasıl çöze­ceğiz? Nasıl karanlıklara ışık tutacağız? Yeni bilgilere, yeni kavrayışlara kapalı olan kimseler, kendi tekâmüllerini, kendileri engellemiş olmuyorlar mı? Önyargıların dar çemberinden kurtu­lamayan insanlar nasıl gelişecekler? Her gün biraz daha iyiye, güzele, doğruya nasıl gidecekler?

İnsan için en yüce amaçlardan biri olan gerçeği aramak, önyargılardan kurtulmadan nasıl mümkün olur? Her olay, arka­sında bir dünya gizler. Dünü bilmeyen, bugünü anlayamaz. Bu­günü anlamayan, yarına yönelemez. Bugün, isterse, dünden çok şey öğrenebilir. Geleceğe adım atabilmek için düne tutun­mak lâzım. Ağaç da öyle yapıyor, toprağa tutunuyor, gökyüzüne uzanıyor. Her geçen dakika, daha sonraki dakikaya yeni bir şey­ler öğretir. T.S. Eliot ne güzel söylüyor: “Tarih bilinci, sadece geçmişin geçmişliğini bilmek değil, onun hâlde de varol­duğunu anlamak demektir.” Bilimin de, güzel san’atların da temelinde yatan dikkat hâlidir. Bilginlerin, kâşiflerin özelliklerini inceleyin, ilk önce onların yoğun bir dikkate sahip olduklarını anlayacaksınız. Görülen şey üzerinde daha derine inip, sonuç çıkarmak her babayiğidin kârı değildir. En büyük başarılar az fakat devamlı çalışmalarla gelir. Çok, azların sabırlı bir topla­mıdır. Her şey küçük başlangıçlarla olur. Allah katında en se­vimli iş, az da olsa, devamlı yapılanıdır. İnce ince yağan yağ­mur, toprağın derinliklerine kadar işler. Taşı delen, suyun kuv­vetinden çok, damlaların sürekliliğidir. Devam eden şey güzel­dir. Bakmayı öğrenmeliyiz önce. Bakışlarımız bir röntgen ışını gibi derinlere sızmalı, perdeyi aralamalı. Küçük bir şer içinde çok şerler gizlendiği gibi, küçük bir hayır da, çok hayırları gizler. Bir adamı iyilik yaparken görüyorsan, bil ki, yaptığı iyiliğin ben­zerleri de o adamda mevcuttur. Eğer bir kötülük işlerken görü­yorsan, o adamın, benzer kötülükleri de işlediğini bilmelisin. Her şey zincirleme birbiriyle ilgilidir. Biri diğerine tohum oluyor, son­ra, o tohumlar meyvelerini veriyorlar. Etkiler aralıksız birbirine ekleniyor.

Kaleyi fethetmek için küçük bir menfez yeter. Yerine göre bir ağız kokusu insanları kaçırır. Küçük bir çıkar duygusu, küçük bir hesap gelir, hayatın asıl amacı önünde durur, bakışları kör, ku­lakları sağır eder. Bir tek masum tebessüm yerine göre bir kalbi fethe yeter. Önemli olan, her şeyin değerini, zamanını tayin edebilmede. Huzur, mutluluk ve güzellik içte sağlanan denge sonunda ortaya çıkar. İşte o zaman insan önce devesini bağlar, sonra Allah’a güvenir. Mârifet iş işten geçtikten sonra tedbir almakta değildir. Önceden sezip, görüp, hissedip duruma hâkim olabilmektedir. Başa gelenler, hayat dersinin bir özel çeşididir. Büyük yanlışlar, yanlış anlamakla doğar. Hazmolunamayan ilim, telkin olunmamalıdır. Benzer durumlar bazen yanıltıcı olabilir. Bir derdin ilâcı, başka bir hastalık için zehir olabilir. İnsan bazen tehlikeden kaçıyorum derken, tam ortasına düşebilir. Geç alınan tedbir neye yarar ki... Çareler, ok yaydan fırlamadan önce alın­malıdır. Göz yummak veya kaçmakla acı sonuçtan kurtulama­yız. Gerçeğin sesini er veya geç duyarız. Vazife, içinde bulun­duğumuz anın bizden istediği şeydir. “Her şeyin bedeli vardır” gerçeğini unutanlar, bir gün acı acı hatırlamaya mecbur kalırlar. Kendilerini yaldızlı formüllerle aldatanlar, sahte kahramanların peşinden koşanlar isteseler de, istemeseler de bir gün gerçeğin kayasına başlarını çarpmak zorunda kalırlar. İyi veya kötü, atı­lan her tohum bir gün meyvesini verir.

Şiddetin, küfrün, alay etmenin, hor ve hakir görmenin, saygı­sızlığın, edepsizliğin, şükürsüzlüğün egemen olduğu bir kalpte ilâhi ışık nasıl yanabilir? Yumuşaklık, nezâket, hangi şeyde bu­lunursa, mutlaka onu süsler. Hangi şeyden de çekilip alınırsa, onu ayıplı ve kusurlu kılar. Kendini beğenmiş, gururlu, kibirli insanlar mutluluklarını başkalarının acıları üstüne kurarlar. Bü­tün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar...

İnsanları yanlışlarından vazgeçirmek için, onlara daha iyi bir şey göstermek, daha renkli, daha ışıklı bir yol açmak lâzımdır. Hayat sonsuz güzelliklerle dolu ve bizler ne yazık ki hiçbir şeyin farkına varmadan yaşıyoruz.

          “Ben sanırdım halk içinde hiç bana yâr kalmamış...

          Ben beni terkeyledim, gördüm ki ağyâr kalmamış...”


Bir gece uyumasak; herkes uyuduktan, el ayak çekildikten sonra başımızı kaldırıp gökyüzüne baksak... Aya baksak... Samanyolu’na baksak... Yıldızlara baksak... Hayretle, aşkla, ürpererek baksak ve sonra oturup sessizce ağlasak... Ne yazık ki çağın çılgın temposu, patırtı gürültüsü, maddeyi, malı mülkü, parayı pulu, mevki, makam ve rütbeyi put yapan felsefesi kar­şısında insanoğlu ne doğan güneşin farkında, ne batan ayın... Ne de, her an, her yerde kendine yardım eden elin. Bir koşuş­turmadır gidiyor. Ölüm geliyor ve oyun yarıda kalıyor. Perde iniyor. Hepsi bu... İnsanlar niçin yaratıldıklarını, niçin dünyaya geldiklerini, yaşamalarının amacının ne olduğunu, nasıl yaşa­maları gerektiğini bilselerdi, böyle oyuncaklarla vakit geçirirler miydi? Bu kadar mutsuz, huzursuz, bu kadar sıkıntılı olurlar mıydı? Oturur oturmaz eli sigarasına gidiyor adamın. İçki, uyuş­turucu çığ gibi yayılıyor günümüzde. Neden? Yunus, “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” der. Maddeye esir olan, köle olan insan kurtuluşunu da yine maddede arıyor. Tıpkı susayınca tuz yalayan bir insan gibi. Evet, acı ama gerçek bu... Oysa nur, Allah’ın cemâline âşık ve bütün mâsivâdan yüz çevi­renler içindir. Kul, kendindeki gizli ayıpları birer birer bulup te­mizlemelidir, arıtmalıdır, içini güzelliklerle doldurmalıdır ki, gayb âlemini görebilsin. Hak kapalı değildir. Açıktır, aşikârdır.

Perdeli olan insandır. Aklı gönlü maddede, zevkte, eğlen­cede, günahta olan bir insan yüzlerce yıl yaşasa da, mânâ yo­lunda bir adım atamaz. Nefs bataklığında saplanıp kalmış bir insan nasıl tekâmül edebilir? Kendine yardım etmeyene Allah da yardım etmez. Hak’tan başkasından bir şey bekleyen ziyan­dadır. Bir şeyi yapar görünen âlettir. Fakat asıl yapan ustadır. Âleti görüp de ustayı unutma. Dileğini Allah’tan iste. Derdini Allah’a aç, yan ama tütme. Her an, her yerde Allah’la beraber olmaya çalış. Bu birlikteliği ibadet zamanlarıyla sınırlama. İba­det içinde de, dışında da O’nunla beraber ol. Her ne yaparsan, onu bir ibadet aşkı, şevki ve heyecanıyla yap. Hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi küçümseme. Kül’e zerreden gidilir. Unutma! Her yere Allah ile git. Allah’ım dilerse, bu adam bana yardım eder de. Eğer o kişi işini yapmazsa ona darılma. Çünkü ona yaptır­mayan Allah’tır. Mâsivâdan Allah’a sefer eyle. Allah’la göç. Allah’a dön. Bütün güzellikler O’nda tamamlanır. Bir kimsenin hicreti, Allah’a ve Resûlüne olursa, onun gittiği yerde Allah ve ResûluIlah bulunur. Eğer onun hicreti, dünya ve güzel kadına olursa, onun gideceği yer de dünya ve güzel kadın olur. Seni Hak’ka götürmeyenle pek görüşme. Sana Hak’tan bahset­meyen, bir gün gelir, seni Hak yoldan çıkarabilir. İyi yaptığına kötü, kötü yaptığına iyi diyen insanla görüşme. Her an ayağını kaydırabilir. En büyük tehlikelerden biri, vehimli olmaktır. Ken­dini vehimden koru. Ne mi yapmak lâzım? Allah’a sığın, O’na teslim ol. Sinek bile Allah’ın emri ve müsaadesi olmadan uça­maz. İnsan bir şeye tamah ettiği zaman onun kölesi olur. Elin­dekine kanâat edersen, hür olursun. Kanâat et ki temizlenesin. İnsanı en çok kirleten tamahtır. Aman dikkat, bir kimse Allah’ın lûtufları ile Allah’a dönmezse, Allah onu imtihan zincirlerine bağ­lar. Hastalık, fakirlik, çeşitli sıkıntılar verir. O halde, Allah’ı unut­ma. Her an hamd ve şükür içinde ol. Nimete şükür, o nimetin bekâsına, nimete küfür ise, onun zevâline ve fakirliğe neden olur.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]