subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt II                                                                            Sabri Tandoğan

 

Mevlâ Görelim Neyler, Neylerse Güzel Eyler

Köyünde, kasabasında, şehrinde, her nerede olursa olsun, Anadolu insanının dilinde, asırlardır bir bayrak gibi dalgalanan bu mısraların yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, güzel bir ilkbahar gününde, 18 Mayıs 1703’te Hasankale’de doğdu. Babası Osman Efendi, diğer adı Derviş Osman, Hasankale’nin soylu bir ailesinden geliyordu. Annesi Kındığı Köyünden Hanife Hanımdı. Peygamber soyundan geliyordu. Zarif ve ince ruhlu, şefkatli, merhametli, asil ruhlu bir hanımefendi idi. Herkesin sev­gisini ve takdirini kazanmıştı. Osman Efendi, içinde sınırsız bir aşk ve heyecan taşıyan bir insandı. Babası Molla Bekir Efendi, âlim, fazıl, alabildiğine derin ve ince bir insandı. Oğlunu iyi ye­tiştirebilmek için, çocukluğundan itibaren özel hocalar tutmuş, sarf, nahiv, fıkıh, akaid, feraiz, tefsir, hadis gibi ilimleri öğret­mişti. Ama Osman Efendi bir türlü kendini yeterli görmüyor, ru­hundaki dalgaların huzur ve sükûn bulacağı, doydum Allah’ım, sana sonsuz şükürler olsun, diyeceği bir manevî limana, tevhide ulaşacağı, “Sen O’ndan razı, O senden razı olarak gir cenne­time” hitabı ilâhisine kavuşacağı bir gönle vasıl olmayı istiyor, bekliyor ve arıyordu. Osman Efendinin Hanife Hanımdan doğan bütün çocukları daha beşikten toprağa adım atamadan vefat etmişlerdi. Osman Efendi bu yeni doğan çocuğun müjdesini rü­yasında almış, adının İbrahim Hakkı konulması istenmişti. Mutlu doğum haberini sabah namazını kılarken almış, kalbi şükür ve heyecanla dolmuştu, Derhal iki rekât şükür namazını kıldı. Be­beğin yanına gitti. Gönülden gelen tertemiz bir ürperti ve aşk içinde oğlunun kulağına ezan okudu ve ismini fısıldadı. Mânâ âleminden bu dünyaya gönderilen en büyük insanlardan, müs­tesna varlığı ile kıyâmete kadar ışık saçacak gönül sultanla­rından birinin hayatı bu suretle başlamış oluyordu.

Diğer kardeşleri gibi, doğduktan kısa bir müddet sonra ölme­mesi, o zamana kadar ölen çocuklarının acısını, ancak, Allah’a duydukları teslimiyet ve tevekkülle dindirebilen bu iki gönül insanını, sevinçlerin en güzeli ile doldurdu. Birbirlerine duyduk­ları sevgi, saygı ve şefkatle İbrahim Hakkı, kısa zamanda bü­yüyüp yetişecek en güzel ruh iklimini bulmuş oluyordu. Nasıl baharda kuru dallardan en güzel bahar çiçekleri çıkıyorsa, insan gönlünün çiçeklenebilmesi için, bulunduğu ortamın sevgi ile saygı ile edep, sabır, şükür ve kanâat ile menevişlenmesi, gü­zelleşmesi gerekiyordu. Ve küçük İbrahim Hakkı o ortamı do­yasıya teneffüs etti. Her anne baba çocuğun aynı zamanda ilk öğretmenleri değiller miydi? Hem Osman Efendi, hem Hanife Hanım kendilerini çocuğun eğitimine de hazırlamaya başladılar. Görevlerini en güzel şekilde yapmak istiyorlardı. Hanife Hanım, kendini bilmeye başladıktan sonra, bu günler için hazırlanmış, ailesinden gerekli bilgileri, incelikleri öğrenmişti. Büyük bir emâ­neti yüklendiğinin bilinci içinde idi. Ama farkında idi ki, sadece bilmek yetmiyordu. O bilinenler ve bilinecek olanlar, en güzel şekilde uygulanmazsa neye yarardı ki?

İbrahim Hakkı çok küçük yaştan itibaren olağanüstü bir gelişme gösterdi. Temel bilgileri öğrenecek seviyeye gelince, Osman Efendi kendini yetersiz gördü. Derviş meşrep mizacının da etkisi ile kendini yetiştirmek, olgunlaşmak, kâmil bir insan olabilmek için seyahate çıktı. Bir gece kimseye haber vermeden evden ayrıldı ve Erzurum’a gitti. Ama aradığını orada da bula­madı. Bir güzel, bir hoş, isim veremediği, nüanslarını sezeme­diği bir arayışın içinde idi. Sanki,

          Azdırma, rahat bırak, içimdeki deliyi

          Bana sorma, benim de bilmediğim gizliyi


der gibiydi. Kendisini tevhidin ışıklı yoluna götürecek bir in­san arıyordu. Her şeyi birlediği zaman, bütün müşküllerin çözü­leceğini, bütün soruların cevaplanacağını, karanlıkların ışık için­de kalacağını, neşe-i Muhammediyeye kavuşacağını biliyordu, hissediyordu. Çünkü bu her gerçek müslümanın yolu idi. Çünkü bu Hazreti Muhammed’in yolu idi. İnsanın kendi kendisiyle barış ve biliş tutması, insanın diğer insanlarla barış ve biliş tutması... İnsanın Allah’la barış ve biliş tutması. İnsanoğlu bunun için yer­yüzüne gönderilmişti, yaşamamızın, varoluşumuzun amacı bu idi. Bu üçlü düstur, insanın hayatını mânâlandıran, ona renk, ışık ve güzellik veren, onun dünyasını ve âhiretini cennete çevi­ren en güzel hedefti.

Böyle bir arayış ateşiyle yanıyordu Osman Efendi. Sanki ezel ve ebed bir olmuş, onu bu arayışa sürüklüyordu. Aradığını bulamazsa, bu ateşin onu yakacağını idrâk ediyordu. Tarifsiz bir yalnızlık içinde, kâinat ne kadar büyük, ben ne kadar küçüğüm diye ağladığı oluyordu. Bazen sessizliğin içinde yok olduğunu, eridiğini hissediyordu. İçinde hiç kimseyle paylaşamadığı büyük bir sır, bir emânet taşıyordu. Onun için sönmeyen bir ateş, bir yangın gibiydi iç âlemi. Orada, en derin yerinde, küçük omuz­larının çekemeyeceği büyük bir aşk taşıyor, bazen onun bü­yüklüğünden, yüceliğinden korktuğu, ürperdiği oluyordu. Tarife sığmaz bir arayış içindeydi. Belki kendini arıyordu. Belki Yunus gibi,

          Beni bende demen, bu ben değilim

          Bir ben vardır bende, benden içeri

          Süleyman kuş dilin bilir demişler

          Süleyman var Süleymandan içeri


diyordu. Kendini ikilikten tevhide ulaştıracak bir yol göste­riciye ne kadar muhtaçtı. Onun özlemini nasıl bağrında duyuyor, bir kor gibi nasıl taşıyordu. Evet önce ikilikten geçmek gere­kiyordu. Öz olana, asıl olana ulaşmalıydı. Tevhide ulaşmadıktan sonra, öğrenilenler bir yükten başka neydi ki? İşte Osman Efendiye bir ezel sırrı gibi malûm olmuştu. Aradığı insan Siirt’in Tillo köyündeki İsmail Fakirullah’tı. Gitti, görüştü ve insanlık tarihinde nadir görülen bir aşkla, muhabbetle, ona bağlandı. Hizmetine girdi. Feyz aldı. Gün günden karanlıklar dağılıyor, yerini ışığa bırakıyordu. Hüznün ve ıstırabın yerini cıvıl cıvıl bir neş’e alıyordu.

Yavaş yavaş olgunlaştığını, eksiklerinin tamamlandığını his­sediyordu. Büyük Yunus,

          Aşk gelicek cümle eksikler biter,

dememiş miydi?

İşte bu sıralarda Hanife Hanım vefat etti. Küçük İbrahim Hakkı yedi yaşında öksüz kaldı. Vefatına kadar, içindeki olanca erdemleri, güzellikleri oğluna aşıladı ve mübarek kadın, baba­sının yokluğunu İbrahim Hakkı’ya hissettirmemeye çalıştı. Bil­diği ve inandığı bütün gerçekleri küçük yavrusuna hikâyelerle, masal ve kıssalarla vermeye çalıştı. En derin meseleleri, bir özsu gibi verdi oğluna. Onu daha çok küçük yaştan itibaren, efendi, zarif, kibar, ince, dikkatli ve çok saygılı bir kimse olarak görmeye başladı. İlmihal, tecvid öğretti ona; çok küçük yaşında rahatça Kur’an-ı Kerim okuyabiliyordu. Sonra hıfza başlandı. Hanife Hanımın, küçük İbrahim Hakkı’nın eğitiminde uyguladığı yöntem, sadece söz ve nasihat yoluyla telkin ve tembihlerden ibaret değildi. Hanife Hanım oğluna vermek istediği bilgileri ve örnek davranışları çocuğa sözlü bir telkinde bulunmadan, onun görüp fark edebileceği bir şekilde bizzat kendisi yaşıyordu. Yok­sa en güzel eğitim metodu bu mu idi? Sözle nasihat vermek kolaydı. Basitti. Önemli olan fiili ile örnek olmaktı. İnsanlar tarih boyunca, sözü, dili ile değil, bizzat söylediklerini yaşayan, fiili ile örnek olan insanlara itibar etmişler, onlara uymuşlardı.

Hanife Hanım, o kadar dikkat ve itina ile oğlunu yetiştiriyordu ki, eğer bir hareket fark edilmemiş ise aynı hareketi fark etti­rinceye kadar, ama aynı zamanda onun bıkıp usanmasına da imkân bırakmadan, zaman zaman tekrarlıyor, böylece çocuğun örnek davranışları, doğru bilgileri, edebi, inceliği, zarafeti telkinle değil, idrâkle öğrenmesini sağlıyordu. O zamanlar babalar sev­gilerini, anneler şefkatlerini yalnız kendi çocuklarına hasretmez­lerdi. Evde çocuklarına nasıl davranır, onların neler öğrenme­lerini isterlerse, mahallede, sokakta diğer çocuklara da aynı sevgiyi, şefkati gösterirler, onların da kendi çocukları gibi yetiş­meleri için ellerinden geleni yaparlardı.

O zamanlar hayat, aile ve insan şimdiki gibi parçalan­mamıştı. Devlet ve millet elele müşterek değerleri yaşıyorlar, o değerlere zerre kadar halel gelmemesi için gereken bütün dik­kati gösteriyorlardı. Hayat, insanlar, aileler, komşular bir bütün olarak kabul ediliyordu. Bir bozukluk, bir ayarsızlık oldu mu, şimdiki çağdaş geçinen insanlar gibi ukalâ ukalâ, “Efendim, bu onların sorunu” deyip geçmiyorlardı. Şimdiki boş vericiliğin, ba­na neciliğin, özgürlüğün, azgınlığın yerinde o zamanlar efen­dilik, incelik, zarafet, edep, sevgi ve saygı vardı. İnsanlar biri­sine faydalı olmak için çırpınırlardı. Bir evde helva pişti mi belki kokmuştur diye, ufacık tabaklarla diğer komşulara da tattırılırdı. Ölüm, hastalık ve sıkıntılı zamanlarda acılar paylaşılırdı. Neşeli, mutlu zamanlarda o güzelliği bütün komşular yaşarlardı. İnsan kelimesi “üns” kökünden geliyordu. Ünsiyet paylaşmak, ortak ol­mak, birliktelik, görüşmek, kaynaşmak, yakınlık anlamlarını kap­sıyordu. Ünsiyetten kesilen aynı zamanda insanlıktan da uzak­laşıyordu. İnsanoğlu birlikte, beraber olduğu zaman, beraber bir güzelliği yaşadığı, paylaştığı zaman bir anlam kazanıyordu.

Onun için küçük İbrahim Hakkı, hem aile, hem toplum yö­nünden, bedenen ve ruhen sağlıklı yetişiyordu. Öyle temiz, ne­zih, güzel bir ortamda büyüyordu. Hem büyüyor, hem gelişi­yordu. Annesi, amcaları diğer akrabaları ve bütün Hasankale­liler onun yetişmesinde kendi üzerlerine düşeni yapıyorlardı. O da, dokuz yaşına kadar baba kontrolünden uzak yaşamasına rağmen, en ufak bir olumsuz düşünce ve davranışa sahip olma­mıştı. Bilâkis, akran ve arkadaşlarından daha zeki, daha uya­nıktı. Herkesin saygısını, sevgisini kazanıyordu. En büyük zevki öğrendiklerini arkadaşlarına anlatması idi. Öyle uyanık, öyle gayretli idi ki, çevresinde ne kadar bilgili insan varsa, hepsinden bir şey öğrenebilmek için adeta çırpınıyordu. Bilgisi arttıkça, daha yeni şeyler öğrenmek istiyordu. Gecesini gündüzüne kata­rak ufkunu genişletiyordu. Böylece çok çeşitli alanlarda bilgi sahibi oluyor, istikbalin en büyük, en güzel insanlarından birinin derûnî hayatı, için için oluşuyordu.

Bir gün geldi ki, çevre onu tatmin etmemeye başladı. Tahsilini devam ettirebilmek için başka şehirlere gidip, daha büyük hocalardan ders alması elzem hale geldi. Bunun da bir an önce gerçekleşmesi gerekiyordu. Bir süre sonra, İbrahim Hakkı amcasına, Hasankale’den ayrılmak, babasının yanında ve himayesinde kalmak, onun bağlı olduğu zattan feyz ala­bilmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi. Amca yeğen beraberce Tillo’ya gittiler. Derviş Osman Efendi büyük bir sevinç ve heyecanla oğlunu bağrına bastı. Sonra baba oğul, aynı kaynaktan feyz alıp, aynı derslere iştirak ederek maddî-manevî eğitim görmeye ve beraberce mânâ yolunda ilerlemeye baş­ladılar. Kısa bir süre sonra gördü ki, Osman Efendinin oğluna verecek fazla bir şeyi yoktu. Onu İsmail Fakirullah Hazretlerinin huzuruna çıkarmak, durumunu anlatmak istiyor, ama edep dışı bir harekette bulunurum diye çekiniyordu. Bir türlü karar vere­miyordu. Bir gün İbrahim Hakkı, hazretin huzuruna çıktı ve “ey bana ruhum kadar yakın olan efendim, sana selâm olsun” di­yerek söze başlayınca her şey değişti. Büyük ilgi ve yakınlık gördü. Fakirullah Hazretleri İbrahim Hakkı’yı himayesine aldı. Eğitimi ile bizzat kendisi meşgul olmaya başladı.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri asıl meselenin, insanın evrendeki âhenge kalbini açamayışından; kendi zan ve şüp­heleri, önyargıları ile hareket ederek her gün biraz daha ger­çeklerden uzaklaşmasında olduğunu görmüştü. İnsanoğlu ha­yatın gerçek anlamını göremiyor, sezemiyor, hissedemiyor, sa­hip olduğu nice zenginliklerin, servetlerin farkına varamıyor, ev­rendeki âhenkte yerini alamıyordu. Bu yerini alamama durumu, onu zamanla sıkıntılı, bunalımlı, yalnız bir insan yapıyor, kalbi hüzünle doluyordu. Hayatla, doğa ile insanlarla arasındaki uçu­rum gün geçtikçe büyüyordu. Issız bir vâdide kendini terkedilmiş görüyordu. Hiçbir mevki, makam, para, pul, zevk, sefa, eğlence bu boşluğu dolduramıyordu. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değildi. İnsanoğlu yanlışı hep diğer insanlarda arıyordu. O ön­yargılarla, o gözü kör, kulağı sağır eden ahkâm kesmelerle yan­lışı hep başkalarında arıyordu, kendini sütten çıkmış ak kaşık zannediyordu. Sanki mecelledeki “Zan ile yakîyn hasıl olmaz” hükmüne zıt hareket etmek için elinden geleni yapıyordu. Oysa, sebeplerin gerisindeki gaybî gerçeklere nazar edebilecek derin bir tefekkür anlayışına sahip olabilse, olaylar karşısındaki üzün­tülerden kendisini kolayca kurtaracaktı. Üzüntülerin, korku ve endişelerin, vehim ve kuruntu işi olduğunu görecekti. Şeytanın bir adı da “vesvese verici” değil miydi? Allah’a ve Resûlüne aşk­la, tam bir teslimiyetle bağlananlarda ne gam ne kasavet kalı­yordu. Büyük Yunus, “cümle yerde Hak hazır, göz gerektir göresi” dememiş miydi? Onlar için “korku ve hüzün de” kal­mıyordu.

Bir insana yapılabilecek en güzel telkin, ona verilmek istenen fikirlerin zaruri bir ihtiyaç olduğunu hissettirmek ve ger­çeği bizzat onun arayıp bulmasını beklemekti. İsmail Fakirullah Hazretleri de İbrahim Hakkı’da bu fitrî ihtiyacın tezâhürünü bek­lemişti. Artık bu genç öğrenci de, öğrendiği her bilgi ve yaşadığı her hâli, aynı zamanda insanlık için de bilinmesi ve yaşanması zaruri hâl ve bilgi olarak görüyordu. Bu çalışmalar onu her gün biraz daha tevhidi düşünceye götürüyordu.

Genç öğrenci çevresine bakıyor, düşünüyor, bir konu onu çok meşgul ediyordu. Bir yanda medrese, bir yanda tekke vardı. İkisinin de amacı insanı yetiştirmek, tekâmül ettirmek, ebedî saadete götürmekti. Ama neden birini tercih eden, diğeriyle pek ilgilenemiyordu? Neden ilgilenmemek gerektiği yaygın bir ka­nâat haline gelmişti? Bu tevhide aykırı değil miydi? İnsan ruh ve bedeni ile, zâhiri ve bâtını ile, madde ve mânâsı ile bir bütün değil miydi? Kâinatın Efendisinin yolu tevhid yolu değil miydi? Onu parçalamak, birini tutup diğerine cephe almak kime ne ka­zandıracaktı; bu yolu tutanların gerek fert olarak gerek toplum olarak halleri ortada değil miydi?

İnsan, varlıkların en mükemmeli olduğundan, medreseden de tekkeden de istifâde edip neden en güzel şekilde kendini yetiştirmeye, tevhidin yolunda dünyasını da âhiretini de cennet haline getirmeye çalışmıyordu? Nasıl etle kemik birbirinden ay­rılmazsa, geceyle gündüz birbirini tamamlıyorsa, aynı şekilde madde ilimleri ile manevî ilimler de birleşmeli, elele vermeli, in­sanı huzura, mutluluğa, sağlığa, başarıya götürmeliydi. İnsan­oğlu yerdeki kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na ka­dar bütün varlığı, insanıyla, hayvanıyla, nebatıyla, cemâdatıyla aşkla heyecanla kucaklamalıydı. “Sevmek devam eden en gü­zel huyum” demeliydi. “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni” demeliydi.

Bu sorular İbrahim Hakkı’nın beynini mütemadiyen meşgul ediyordu. Gerçeği, insanın gerçeğini, tevhidi bozduğumuz, par­çaladığımız zaman hayat da bize gülmeyecekti. Tarih buna şa­hitti. Bundan sonra da şahit olacaktı. Huzur, mutluluk ve gü­zellik, bir bütündü, bir kompozisyondu. Kâinatın gelmiş geçmiş ve gelecek en büyük insanı, “Dünya, âhiretin tarlasıdır” de­memiş miydi? Psikosomatik denilen bilim dalında içle dış, vü­cutla ruh arasındaki ilişki bütün nüanslarıyla inceleniyordu. Bu iki varlığı tevhit etmek varken, onları ayırmak, hatta birbirine ha­sım iki duruma getirmek, insana kıymak, hayata ihanet değil miydi? Buna hakkımız var mıydı?

İbrahim Hakkı, bu sentezi yeniden kurabilmek için olanca gücüyle çalıştı. En büyük aşkı, en büyük heyecanı tevhid yo­lunda insanları bir bütünlüğe, bir güzelliğe götürmekti. Çünkü fert ve toplum olarak, geleceğimizin teminatını, huzurunu, mut­luluğunu, başarısını bu terkipte görüyordu. Bazı peşin hükümlü kimselerin buna karşı çıkacağını biliyor, hissediyordu. Ama ne olursa olsun, başka çıkar yol yoktu. Bu konuyu Fakirullah Haz­retlerine açtı. Destek gördü hocasından. O da bu zarurete ina­nıyordu. Öğrencisini bunu gerçekleştirecek kâbiliyet, cesaret ve liyâkatte görüyordu. Bu suretle insanların aklî güçleri ile gönül zenginlikleri birleşecek, insan yalnız aklen ikna veya kalben tat­min olma yollarından birini seçmeyecek, aynı anda iki lüzumlu hali birden yaşayarak tevhide, o büyük, o yüce, o güzel senteze ulaşacaktı. Ayrıntı değil bütün, parça değil tam ortaya çıkacaktı. Zan denilen gaflet uçurumundan ancak böyle kurtulabilecektik. Başımıza ne gelmişse, ne geliyorsa, hep tevhidî düşünceden uzak kalmaktan gelmiyor muydu? O halde yapılacak iş ken­diliğinden ortaya çıkıyordu. İbrahim Hakkı önce kendi şahsında tevhidi yaşamış, maddî ve manevî ilimleri beraber öğrenmenin insana kazandıracağı ilmî ve mânevî seviyeyi açıkça görmüştü. O meseleyi sadece ferdî olarak görmüyor, toplumun içine düş­tüğü maddî-mânevî buhrandan ancak bu tevhidî düşünce ile çıkabileceğine bütün kalbiyle inanıyordu.

O zamanlar Osmanlı Devletinin eski itibârı yavaş yavaş göl­geleniyordu. Değerli insan yetiştirme gücü gittikçe kaybolu­yordu. İç karışıklıklar başlamıştı. Düşmanlar işin farkındaydı. Sınır ihlâlleri ile, bazen alenî saldırılarla devleti zor duruma dü­şürmeye çalışıyorlardı. Fransa Kralına, “sen ki Françe vilâye­tinin valisi Françesko’sun” diyen insanların torunlarına şimdi şi­kâyet, sızlanma, acılara tahammül kalıyordu. Avrupa devletle­rinin ilim, teknik alanlarında gösterdiği gelişmeler, yetişmiş insa­na duyulan ihtiyacı daha da artırıyordu. Gerçek mânâda insan­ların yetişebilmeleri için hem din ilimlerini hem de fen ilimlerini aynı zamanda onlara öğretmek gerekiyordu. Tek başına ne medrese, ne tekke bu tevhîde gidemiyorlardı. Gidemedikleri için de sentezden, tevhidî düşünceden her gün biraz daha uzak­laşıyorlardı. Bu lüzumu ilk hissedenlerden biri olan İbrahim Hakkı, çevresinde toplanan öğrencilerine bu tarz öğrenimi uygu­lamaya başlayınca, böyle bir kitabın henüz yazılamadığını gör­dü. Önce yapılması gereken, bütün maddî-manevî ilimleri top­layacak mükemmel bir ders kitabının hazırlanması olacaktı. Mârifetnâmenin yazılmasına sıra gelmişti. Zaten yıllardır topla­nan bilgi ve dokümanlar değerlendirilmek için sıra bekliyorlardı. En büyük amaç, ilmî izahlarla aklı tatmin, tasavvufî telkinlerle kalbi doyurmaktı. İnsanlık yüzyıllarca kalbi ve kafayı zıt, düşman gibi, akla kara gibi görmüş, onları hasım haline getirmişti. Bazen akıl adına gönül, bazen gönül adına akıl yok edilmek, ezilmek, çiğnenmek istenmişti. İstenmişti de ne sonuç alınmıştı... Sıkıntı, bunalım, huzursuzluk, stres, kavgalar, harpler hep kalp ve kafa arasında bir güzel, bir hoş, uyum ve denge sağlayamamaktan doğmuyor muydu? İnsanın kendine yapacağı en büyük kötülük ve ihânet, kalbi ile kafası arasına fesat sokmak değil miydi? Sağlıklı bir insanda, hem kalp, hem beyin sağlıklı, yerli yerinde görevlerini yapıyorlardı. Onları birbirine karşı getirmek, birbiri ile vuruşturmak, insanları da, aileleri de, toplumları da perişanlığa götürüyordu. Bunun en güzel sentezini insanlık âlemi, Resû­lullah Efendimizin müstesna, erişilmez şahsında görmüştü. Tev­hidin ışığı ile nice insanlara, nice toplumlara sulh, sükûn, ay­dınlık, güzellik gelmişti. İslâm, denge demekti. Çünkü insanı bir bütün, bir kompozisyon olarak ele alıyordu; iç ve dış hayatı ile, ekonomisi ile, estetiği ile, insanlar arası ilişkileri ile... Sonra o tevhid nûrundan uzaklaştıkça her şey birbirine karışıyor, her şey bir kaos manzarasına bürünüyordu. O halde yapılacak iş bütün vuzuhu ile ortadaydı. Tekrar ilâhi tevhidin yoluna girebilmek, tekrar o ışık ile kalpleri aydınlatmak ve huzura kavuşturmaktı. “Kâinat ilmi beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir” sözleri ile İbrahim Hakkı, insanı, cemiyeti, hayatı ve kâinatı bir bütün halinde kucaklamak istiyordu. İnsan Allah’ın eseri olan tabiatı ne kadar iyi anlarsa Allah’ı da o kadar iyi anlamış olacaktı.

Dünyanın küre biçiminde olduğunu müşahede etmişti. Âle­min her ne tarafına bakılırsa, şekli küre görünür. Yerde ve gökte müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır. Bütün âlem birbirini kuşatmış, birbirine dokunan küreler halindedir ki, bir iğne atacak kadar boş yer yoktur. Yani cisimleri meydana getiren atom­lardan yıldız kütlelerine kadar, kâinatta küre şeklinin hakim oldu­ğunu anlatıyordu. İbrahim Hakkı’nın bu görüşü daha sonra Einstein tarafından matematik yoluyla ispat edildi. Cezanne, estetikte bu görüşe uyarak san’atını inşâ etti. İbrahim Hakkı, memleketinin ve bütün insanların ihtiyacı olduğuna inandığı eserine başlamıştı. Çünkü tevhitten uzaklaşan, böylece de hu­zur ve dengelerini kaybeden, yere sağlam basamayan insanlar onu mustarip ediyordu. Ya ilmin zâhirine saplanarak şüpheler içinde ömür sürmek, ya da tasavvufî cezbe ile meşgul olarak zamanın gidişine, ilimlerin ilerlemesine ayak uyduramamak, on­da gelecek için endişeler uyandırıyordu.

1736 yılında otuz üç yaşında iken Firdevs isimli bir hanımla evlendi. Bu evlilikten İsmail Fehim ve Ahmet Naim dünyaya gel­di. 1737 yılında hacca gitti. Orada birçok tanınmış âlim ve muta­savvıfla sohbet etti. Çok feyizli ve bereketli oldu. Ufku daha çok genişledi. Bu seyahatten döner dönmez, o zamana kadar yaşa­mış olan İslâm bilgin, şair ve gönül sultanlarının eserlerinden seçmeler yaparak Lübbü'l-Kütüp isimli yedi ciltlik büyük bir eser hazırladı. Bu eserde, ilim ve tasavvuf, akıl ve gönül, zâhir ve bâtın, dünya ve âhiret, madde ve mânâ en güzel sentezini bu­luyor, birbirini tamamlıyor, ortaya tevhidin nur dolu, güzellik do­lu, huzur dolu ışıkları yayılıyordu. Ben bu eseri Mârifetnameye doğru atılmış bir adım olarak gördüm, tespit ettim.

Bu arada İbrahim Hakkı ismi dertliler, sıkıntılılar, hastalar, umutsuzlar için bir teselli kapısı oluyordu. Etrafında toplanan insanların maddî, manevî dertlerini dindiriyor, ıstıraplarına çare oluyordu. “Ulu Efe” diyorlardı ona... Bu Erzurum’da çok sevilen, çok sayılan insanlara verilen bir sıfattı. İbrahim Hakkı çevreden gösterilen ilgiye, sevgiye, saygıya daha çok lâyık olabilmek için daha çok gayret gösteriyor, daha çok çalışıyordu. Her gün biraz daha fazla gözler üzerinde toplanıyordu. Hem halkın artan rağ­bet ve tecessüsünden uzaklaşmak, hem de büyük kütüphane­lerinde incelemeler yapmak için 1747 yılında İstanbul’a gitti. Çok ilgi gördü. Büyük bir sevgi ve saygıyla karşılandı. Zamanın Padişahı 1. Mahmut saraya davet etti. Büyük yakınlık gösterdi. Gerek medreseler, gerek tekkeler onu paylaşamıyorlardı. Men­suplarının faydalanması, feyiz almaları için davet ediyorlardı. Sarayın kütüphanesi kendisine açılmıştı. Her vesile ile gidiyor, kitaplar okuyor, notlar alıyordu. Mârifetnâmeye başlayabilmek için Padişahtan müsaade aldı ve Erzurum’a gitti. Artık Mârifet­nâmenin kaleme alınma zamanı gelmişti. Başladı, istiyordu ki eserinde her insan kendini ilgilendirecek bir şeyler görebilsin, kalbini ve kafasını meşgul eden sorulara cevaplar bulabilsin. Biliyordu ki, eserler ancak insanların duygularına ve düşün­celerine hitap edebildikleri ölçüde kabul edilecek, tasvip göre­ceklerdi. Kitap hem yeni kuşaklar tarafından heyecanla oku­nabilmeli, hem de kendini yetiştirmek isteyen, çok yönlü bir kül­türle olgunlaşmak isteyenlere yararlı olmalıydı. Yani İbrahim Hakkı insanın, insan gerçeğinin bilinmesini istiyordu. İnsanı in­sana anlatmayı amaçlıyordu. Hem zamanın, hem geleceğin ihtiyaçlarına cevap verebilmeliydi. Nasıl bir Yunus, bir Mevlânâ, yüzyılları aşıp, insana, onun ebedî ve ezelî gerçeklerine cevap verebilmiş, onların hem aklını hem gönüllerini doyurabilmiş ise, Mârifetnâme’de de aynı metod uygulanmalıydı. Okuyanların yaşı, cinsiyeti, ekonomik durumu, sosyal statüsü ne olursa ol­sun, her okuyan bir müşkülünü halledebilmeliydi. İçindeki bir dü­ğümü çözebilmeliydi.

Yunus’un:

          İlim ilim bilmektir

          İlim kendin bilmektir

          Sen kendini bilmezsin

          Ya nice okumaktır


sözlerine hayranlık duyuyordu. İnsanın yapacağı en güzel, en muhteşem yolculuk kendinden kendine olmayacak mıydı? İnsana, insanın ve kâinatın yaratılışının hikmetlerini düşündü­rüp, ne için dünyaya geldiğinin, ne yapması gerektiğinin, varolu­şunun derin nedenlerinin neler olduğunun bilincine varmasını istiyordu okurlarının. Kitabın asıl amacı bu olmalıydı. Nereden gelip, nereye gittiğinin farkında olmayan bir kimse kim olursa olsun, velev ki deve yükü kitap yazmış bile olsa, acaba beşeri kültürden nasibi ne olabilirdi? İbrahim Hakkı, kitabında âlemden Âdeme gelmek istiyordu. Zamanın şartlarını hesaba katarak ilmi daima göz önünde bulundurdu. Tasavvufla ilmi birleştirdi. Ruh ile beden gibi, madde ve mânâ gibi, paranın yazısı ve turası gibi onlar birbirini tamamlıyordu. İnsanlar onları ayırdığı ölçüde tev­hit çizgisinden uzaklaşıyorlardı. Öyle bir kitap olmalıydı ki Mâri­fetnâme, her meslek, her meşreb ve her yaratılıştaki insan on­dan yaralanabilmeli, karanlıklarına ışık tutabilmeliydi. İlme en büyük yeri ve değeri Resûlullah Efendimiz vermemiş miydi? O halde bu yoldan gitmemek için bir sebep var mıydı? “İlim Çin’de bile olsa arayınız”. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” “İlim öğrenmek kadın erkek her müslümana farzdır” diyen en büyük, en güzel, en yüce insana bağlılığımızı, aşkımızı göstermenin bir yolu da yaşadığımız sürece, son nefe­simize kadar ilim tahsili değil miydi? İşte İbrahim Hakkı’nın ilk çıkış noktası bu oldu. Kâinatın, dünyanın ve insanın yaratılışının sebep ve neticelerini, felsefe ile değil, düşünce ve ideolojilerle değil, İslâmî gerçeklerle açıkladı. Çağının en yeni ilmî buluşları ile İslâm tasavvufu arasında nefis bir senteze ulaştı. İbrahim Hakkı, kâinatın teşekkülü insanda nihayet bulmuştur, diyordu. Çünkü insan cihan ağacının meyvesidir. Hepsinden sonra orta­ya çıkması gerekirdi. Yaratılışının gâyesini bilmeden yaşanacak hayatın, insana hiçbir fayda getirmeyeceği inancında idi.

Allah bütün cihanı insan için, insanı da kendi yüce varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinme­sine bağlıdır. Nefsimizi bilmek de beden yapımızı bilmeye bağ­lıdır. O da Âdemi bilmeye, bu da ilimleri bilmeye bağlıdır, dedik­ten sonra İbrahim Hakkı, dinin de, ilmin de insanın kendisini bilip, Allah’ı tanıması için yaratıldığına işaret ediyordu. Mârifet­nâme’yi yazarken, irşâd ve sohbet faaliyetleri sırasında, kitabın konularını her düzeydeki insana açıyor, onların üzerindeki etki­lerini tespit ediyor, böylelikle herkesin her zaman okuyup isti­fade edebileceği bir eser ortaya çıkıyordu. İnsan aklının hayatın gerçek yönünü iyice idrâk edebilmesi için, kâinatın nizâmının, işleyişinin bütün nüansları ile bilinmesi gerektiğine inanıyordu. Âlemi anlamak, Âdemi anlamakla mümkündü. İnsanı bütün özellikleriyle bütün ayrıntıları ile eserinde anlattı. İnsanı maddî ve manevî değerlerden meydana gelen bir canlı olarak gördü ve öyle açıkladı.

Kâinat ilmi, beden ilmine yardımcı olduğu gibi, beden ilmi de kalp ilmine yardımcı ve yol göstericidir. Çünkü bedenin yara­tılışında sayısız incelikler, garip hikmetler, süslü renkler, çeşitli hizmetler vardır ki, içte ve dışta bulunan bu organların her biri­nin lüzum ve faydasını insanların çoğu bilmez, dedikten sonra, daha önce kâinatın incelenmesine çevirdiği insan bakışını, ken­di yapısını bilmeye ve bunun üzerinde düşünmeye çağırıyordu. Kâinatın Efendisi, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” dememiş miy­di? İbrahim Hakkı’nın burada hem zâhir, hem bâtın ilimlerinde son derece yüksek bir mevkie sahip olduğunu açıkça görü­yoruz.

Bir ilim ve irfan okyanusu olduğu tezâhür ediyor. Mârifet­nâme, baştan sona kadar inceliklerle, hikmetlerle dolu bir şahe­ser. Bir “mukaddime” ile üç “fen” ve bir “hatime” olmak üzere beş ayrı bölüm üzerine tertip olunmuş. Bu kısımlar da kendi içlerinde “bab, fasıl, nevi” olarak ayrılıyor. Mârifetnâme’nin için­de çeşitli yerlerde, bahislerle ilgili olarak konmuş şekillere, cet­vellere ve şiirlere rastlıyoruz. Eserin değişik yerlerinde 30 say­fada şekil ve cetveller, 250 sayfada ise şiirler bulunmaktadır. Bir sayfada birkaç şekil veya şiir olduğu gibi birkaç sayfa süren şiirler de vardır. Meşhur tefviznâme şiiri de bunlar arasındadır. Mârifetnâme’de ağdalı bir dil kullanılmamış, uzun cümlelerden kaçınılmıştır. Eserde Erzurum lehçesi yer yer kendini belli et­mektedir. Kitap çok veciz ve hikmetli sözlerle doludur. Kalbiyle, kafasıyla, ferdi ve sosyal cephesiyle insana bir bütün olarak hitap etmektedir. Eskiyle yeniyi birleştiren bir ansiklopedi mahi­yetindedir. Akıcı bir üslûbu vardır. Bir astronom gibi gökyüzünü, yıldızları, ayı, güneşi anlatır. Özellikle ay hakkında verdiği bilgi­ler insanı ürpertir. Astronomların aya gittikten sonra, ayın fotoğ­raflarını çektikten sonra verdiği bilgileri biz Mârifetnâme’de bulu­yoruz. Âlem-i Ekber’den Âlem-i Asgar’a kapılar açmaktadır. Fen ilimlerini mârifetullaha basamak yaparak ne kadar irfanlı oldu­ğunu bizlere göstermekte, ne güzel, ne mükemmel bir örnek olmaktadır. Kitapta, soyuttan somuta doğru gidilir. Başta mate­matik, astronomi, mineroloji, botanik, zooloji, anatomi geniş ola­rak işlenir. İnsan anatomisi bölümünde ise, organların büyük­lüğü, küçüklüğü, uzunluğu, kısalığı, darlığı, genişliğinin, insanın huy ve karakteri üzerindeki etkileri anlatılır. Kıyafetnâme adı verilen bir bölüm, modern psikolojinin çok önemli bir yerini biz­lere getirmektedir. Bugünkü psikolojide insanın beden yapısıyla karakteri arasında çok yakın bir ilgi kurulmaktadır, değerlen­dirmeler getirilmektedir.

İlim, insan bilinci ile obje arasında kurulan doğru münase­bettir. İlimleri bir yönüyle kâinat ve beden ilimleri, diğer yönüyle, beden ve kalp ilimleri diye iki kısma ayıran İbrahim Hakkı, bu konuda ileri sürdüğü görüşleriyle yeryüzündeki bir kum tane­sinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün varlığı, tevhi­din ışığı ve nûru ile kucaklar. İnsan, cemiyet, hayat ve kâinat, hepsi ilâhi nûrun değişik tezahürleridir. “Var olan Hak’tır, gay­rısı yoktur.” “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın Nûru ora­dadır.”

İbrahim Hakkı, astronomi ve diğer müspet ilimleri öğren­menin gerekliliğini savunur. Ona göre insan, Allah’ın eseri olan tabiatı, ne kadar iyi anlarsa, Allah’ı da o kadar iyi anlamış olur. Dünyanın küre biçiminde olduğunu anlatır. Yuvarlak olduğunu kabul etmek gerektiğini ileri sürer. Kabul etmeyenlere aklî ve naklî deliller getirir. Batlamyus sistemi ile Kopernik sistemini kar­şılaştırır. Kopernik sistemini yani dünyanın güneş etrafında dönüşünü savunur. Erzurum’da saat 12 iken, diğer şehirlerde saatin kaç olacağını tespit etti. 100 şehir için fark cetvelleri ha­zırladı. Çağının modern ilimlerine bütünüyle vâkıf olan İbrahim Hakkı, eserinde Amerika’nın keşfine de yer verdi, nasıl keşfe­dildiğini anlattı. Tıp konusunda da çok ilginç görüşleri vardır. “Gerçekte beş senede bir bedenin tümü erimekte, külle git­mektedir. Mesela 55 yaşında iken, bedenin hücreleri, 50 ya­şında olan bedenin hücrelerinden başkadır ki, eriyip giden hüc­reler yerine yine aynı hücreler gıda olarak bedenimize girip şe­killenmektedir.” İmam-ı Şâfi’nin anatomiyi diğer ilimlerden daha üstün gördüğünü söyler. Anatomi ilmi, doktorların sermayesi, Allah’ı anlamanın bir vasıtasıdır, der. Doktorların sırf meslekleri yönünden bu ilmi öğrendiklerini, halbuki bu öğrenmede ilk plân­da Allah’ı bilmek, O’nun kudret ve büyüklüğünü öğrenme hede­finin gözetilmesi gerektiğini anlatır. İbrahim Hakkı, vücudun her organını özelliğine göre işletmek faydalıdır, der. Mesela, eller eşyayı kaldırıp indirmekle, ciğerler bol ve temiz hava almakla, gırtlak güzel şeyler söylemekle, kulak hoş sesleri dinlemekle, göz helâl ve güzel şeyleri seyretmekle, ayak yürümekle, hâfıza okuma ve ezberleme ile kuvvet kazanır ve gelişir.

İştah yokken, kesinlikle yemek yememeli, iştah gelince de geciktirmemeli. İştah varken de, tam doymadan sofradan kalk­malı. Hazım olmamış yemekler üzerine kesinlikle yemek yeme­meli. Çok çeşitli yemek yememeli. Hazım müddetleri farklıdır. Birçok hastalıklar çok yemekten ileri gelir. Yemek arasında su içmek hastalıkları önler. Terliyken, meyve yedikten sonra su iç­mek zararlıdır.

Ona göre anatomi, insanın nefsini, kendisini bilmenin ve bu yolla marifetullah’a varmanın anahtarıdır. Maksat Allah’ı bilmek­tir. Bir insanın kendi beden ve nefsini bilmeden Allah’ı bilirim iddiasında bulunması, yiyeceği, içeceği bulunmayan müflis bir kimsenin şehir halkını ziyafete çağırmasına benzer.

Vücudun yapı ve işleyişindeki san’at inceliği, Cenab-ı Hak’­kın kudretinin kemâline delâlet etmekte ve O’nun insana verdiği büyük nimete, vücudun bütün cüzleri her an şahadet etmek­tedir.

Cenâb-ı Hak, insanı ve vücudunu mükemmel ve güzel bir şekilde yaratmıştır. Organların tenasübü, uygunluğu, nezaketin ve güzelliğin örneği olmuştur. Bedenin güzelliğini ve vasıflarını dil bildirmek ve anlatmaktan âcizdir.

İnsan bedeni küçük âlem, ruhu ise büyük âlemdir. Çünkü âlemde her ne yaratılmışsa hepsinin benzeri aynen insan vü­cudunda da vardır. İnsanın beden ve ruhu âlemin bir nüshası, bir kopyasıdır ki, iki âlem tamamiyle bir adamda belli ve var edil­miştir. Âlem-Âdem beraberliği yalnız maddî bir beraberlik değil, aynı zamanda yaratılış, gâye, hakikat ve mânâ beraberliğidir.

Maddî ve mânevî yapısında bütün âlemi toplayabilen insan bedeni, aynı zamanda sonsuzluk âlemini de bir ölçüde içine almaktaydı.

Çünkü sonsuza kadar varolma özelliğine sahip olan insan ruhu, bedenle tanışıp dünya hayatı boyunca beraber yaşadıktan sonra, ölümle geçici olarak ayrılsa da, sonsuz dirilişte bu be­raberlik tekrar devam edecekti. İbrahim Hakkı, yalnız ilmî izâhlar yapıp insanların akıllarını ikna etmekle yetinmedi. Çünkü kalp de tatmin olmadığı müddetçe tekâmülün dengeli ve mükemmel olması mümkün değildir. O, ilmî izâhlarla aklı iknâ, tasavvufî izâhlarla kalpleri tatmin etti. İnsanı âlemden Âdeme, Âdemden de Allah’a yükseltmeyi hayatının ve ilminin gayesi olarak kabul etti. Nasıl bedeninin herhangi bir organı olmayan insan sakat veya yarım sayılırsa, ruhunun varlığından haberdar olmayan ve özelliklerini bilmeyen insan da eksik ve yarım sayılır. Bedenimizi nasıl güzel ve temiz gıdalarla besliyorsak, en az onun kadar ruhumuzun gıdalarına da dikkat etmeli, imânla, ibâdetle, güzel eserler okuyarak, faydalı sohbetlerde bulunarak güzel sanat­larla ve tabiat güzellikleriyle meşgul olarak ruhumuzu besle­meliyiz. İnsanda esas olan ruhtur, çünkü bâkidir. Cüz külle, kül cüz’e eğilimlidir. Bedenin ölmesiyle toprağa verilişi cüz’ün külle dönüşüdür. O zaman ruh da aslına, yüksek âleme döner.

          Bu Âdem dedikleri

          El ayakla baş değil

          Âdem mânâya derler

          Suret ile baş değil


Beden ruhun mekânı olması nedeniyle değerliydi, güzeldi.

Düşünen beyinler, ancak bu şekilde, maddî mânevî izâhlarla iknâ olabilir, insan hayatında ruhun ehemmiyetini idrâk ederek hayatlarına, nefsî ve dünyevî değil, ruhî ve uhrevî bir yön vere­bilirler.

İnsanların yetişebilmeleri, tekâmül edebilmeleri için, dünya ve âhiret huzurunu elde edebilmeleri için az yemeyi, az uyu­mayı, az konuşmayı şart görüyordu.

          Hakkı, yemek az ye, az uyu, az söyle

          Can sağlığı, dil hoşluğu bul sen öyle


Yaptığı çalışmalarda, yazdığı eserlerde, Allah sevgisini in­san gönlüne nakşetmeyi gaye edinen İbrahim Hakkı, “Muhab­betullah, Allah’tan gayrısını unutmaktır” diyordu. İnsan nef­sini, ona çok ağır gelen açlıkla terbiye etmeyi lüzumlu gördü. Bu suretle görünenlerin gerisindeki gerçek güzellikleri daha kolay, daha çabuk müşahede edecekti insanlar...

          Anladım san’at yalnız Allah’ı aramakmış

          Mârifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış


Mârifetnâme, zamanında, Osmanlı Devletinin en çok okunan en önemli eseri oldu. Yazıldığı günden bugüne kadar hep okun­du, saygı gördü, el üstünde tutuldu. Önce Allah’ı tanımayı bize sağlayacak olan ilimlerin tanınması amacıyla kaleme alınan eser 1756’da tamamlanmıştır. Pek çok konularda zamanındaki fikirleri aşan bir biçimde orijinal yönleri vardır. İçinde bulunduğu çağın fikirlerine zıt bir durumda olsa da kimi konuları açıkla­maktan çekinmemiştir.

Pestalozzi “eğitimin gerçek gayesinin iç huzuru vermek olduğunu” söyler. Aynı konu çok daha önce İbrahim Hakkı tarafından ısrarla işlenmiştir.

İnsan anatomisi hakkında verilen bütün bilgiler, insan denen şu yaratığın ne derecede olağanüstü olduğunu gösteriyor. Bu ise her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın büyüklüğünü en güzel bi­çimde ifade eder. “Ancak Allah’ı anmakla kalpler yatışır ve huzur bulur.”(Ra’d: 28) İnsanlar için özel anlar ve özel yerler vardır. Fakat Allah’ın tecelli ettiği en güzel ve müsait yer şüp­hesiz kalptir. Allah, kalplere istediği şekilde tasarruf eder ve ora­da geçen her şeyi bilir. Huzur ve sükûnu oraya yerleştirir. Huzur ve sükûna kavuşan kalpler, Allah yolunda mutluluğa ererler. Kalp ilâhi güzellikleri yansıtan bir aynadır. İnsanoğlu’nun kalbi, taşımak için aldığı emânetin gereğini yapacak yetenektedir ve buna yaratılıştan kabiliyetlidir. Bir Kutsi Hadiste “Ben, yerlere ve göklere sığmam, fakat inanan kulumun kalbine sığarım.” buyuruluyor. Kalp Allah’ın güzelliklerini temâşâ etmekten büyük zevk duyar. İbrahim Hakkı’ya göre, kul için Allah aşkı, O’ndan başka ne varsa hepsini unutmaktan, kendi hayatını O’nda yok etmekten ve O’nun sıfatlarını kendi sıfatlarıyla değiştirmekten ibarettir. Allah aşkı zikirle çoğalır ve büyür. Allah’a aşık olan bu aşka lâyık olduğunu gösterir. Gerçek güzellik yalnız Allah’a ait­tir. Öyle ise O’nu sevebilmek için O’nun güzelliğini aksettiren eserlerin varlığına ihtiyaç vardır. Kutsi Hadiste “Ben bir gizli hazine idim, tanınmak istedim.” buyurulur. Her yaratık aşkı nispetinde Allah’ı müşahede edebilir. Bu mertebede bulunanlar, gerçek aşk içinde yaşarlar. Aşk, korkağı cesur, hoşgörüsüz ola­nı anlayışlı, cimriyi cömert, zalimi yumuşak yapar. Onunla duyu organları temizlenir, ruh kıvanç duyar. İbrahim Hakkı, İslâmi­yetin ahlâk görüşlerine gönülden bağlıdır. İyilik ve hayrı seven, yumuşak davranmayı telkin eden, hoşgörü sahibi ve özellikle insanı incitmekten son derece çekinen temiz ve kâmil bir ahlâk sahibi olmayı öğütler. Sevgi esastır. Sevginin olmadığı yerde huzurlu bir hayat da yoktur. Sevgiliden gelen her şey güzeldir.

          Cihan bağında ey âkil, budur makbül ü ins ü cin

          Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin


diyerek kâmil insan olmanın yolunu gösterir.

Son demlerinde Fakirullah Hazretlerinin çocuk ve torunla­rıyla sohbet etti. Dersler verdi. 22 Haziran 1780 yılında mutlu ve huzurlu bir yaşayıştan sonra vefat etti; kendisi tarafından yapıl­mış olan türbeye, Fakirullah’ın ayak ucuna defnedildi. Vasiyet­namesinde “Ey anlayışlı Fehim oğlum, zemzem suyuna batı­rılmış kefenim ile yaz, kış giydiğim elbisemden başka bir şeyim yoktur.” diyerek gönül huzuru içinde Allah’a kavuştu. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]