subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt II                                                                            Sabri Tandoğan

 

Merhum Şerafettin Özbek

1960 yılında tanımıştım. Sessiz, sakin, efendi, ince ruhlu bir insandı. Herkese karşı son derece saygılı ve edepli idi. Çevre tarafından seviliyor, takdir ediliyordu. Merhum Şerafettin Özbek’i Danıştay’da tanıyıp da takdir etmemek imkânsızdı. İyi niyeti, çalışkanlığı, beyefendiliği ile üyeler arasında seçkin bir yeri var­dı. Emekliliği yaklaşmıştı. Bir gün ziyaretine gittim. Çaylarımızı içerken sohbeti koyulaştırdık. Efendim dedim, Allah nasip eder­se, yakında emekli olacaksınız. Emeklilik günleri için bir plânı-nız, programınız var mı? Nasıl vakit geçireceksiniz, günlerinizi nasıl dolduracaksınız, hiç düşündünüz mü? Şerafettin Bey gül­dü. Evet Sabri Bey dedi. Düşündüm. Niyetim şöyle. Bir hasta­neye gidecek, ilgililerle görüşecek, hastalara yardım müsaadesi alacağım. Her gün gidecek, elimden geldiği, dilimin döndüğü, gücümün yettiği kadar, Allah’ın izniyle hastalara yardım ede­ceğim, onlara sevgi, şefkat göstereceğim. Her türlü ihtiyaç­larının giderilmesinde yardımcı olacak, kol kanat gereceğim. Öyle duygulandım ki... Şerafettin Beyin odasından ayrıldığımda gözlerim buğulanmıştı. Kalbim heyecanla çarpıyordu. Allah’ım, o ne güzel niyetti. Ne temiz, ne asil bir düşünceydi. Allah rızası için, hiçbir karşılık, hiçbir çıkar gözetmeden insanlara hizmet edebilmek, onlara yardımcı olabilmek, onlarla bir güzelliği yaşa­mak ve paylaşmak... Kâinatın Efendisi “Veren el alan elden daha hayırlıdır” buyurmuyorlar mıydı? Bir insanın gözlerinde sevincin, mutluluğun, huzurun ışığını uyandırabilmek, dünyanın en güzel işi değil miydi? Bir mutluluk paylaşılmadıkça neye ya­rardı. Rahmetli babam, yemeğe misafir gelmediği zaman hü­zünlenirdi. Allah’ın lütfedip verdiği rızkı, dostlarla paylaşmak ne güzel, derdi. Sofra kalabalık olunca, gözlerinin içi güler, neşesi yerine gelirdi. Gelen misafir rızkının on mislini getirir, derdi.

Merhum Şerafettin Özbek, bu güzelim, bu insancıl düşünce­lerini gerçekleştiremedi. Vefat etti. Ama o günkü sohbetimiz hep içimde bir meşale gibi yandı. Rahmetle, saygıyla anmama ve­sile oldu. İnşallah Hak katında aynen yapılmış gibi sevap al­mıştır... İçindeki en nezih, en temiz, en ince düşüncelerle, gül yaprağındaki bir yağmur damlası gibi Hak’ka göçtü. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti, Resûlullah’ın şefâati üzerine olsun. Şüphe yok ki, Şerafettin Bey, hep bu güzel düşüncelerle yaşadı. Çocukluğunda ne düşünürse yaşlılığında ona ulaşırmış insan. Sevgiler üretmek, sevgi için çarpan bir kalbe sahip olmak ne güzeldir. Tüm olumsuzluklar hayatın amacının yanlış yorum­lanmasından doğuyor. Hayatın bir sınav sahnesi oluşunun unu­tulması sonucu meydana geliyor, sorun, insanın evrendeki ahenge kalbini açamayışından doğuyor.

Sahip olduğumuz şeylerin, Allah’ın ihsan ettiği nimetlerin far­kında değiliz. Çoğumuz şükürden, hamddan uzak yaşıyoruz. Hiçliğe sarılıyor, boş eğlencelerle kendimizi avutmaya, oyala­maya çalışıyoruz. Becerebiliyor muyuz? Ne gezer. Bakın çev­remize. Huzur içinde, memnuniyet içinde, sabır, şükür, rıza, edep, incelik ve güzellik içinde kaç kişi göreceksiniz? İnsanı ahlâkça zenginleştiren, güzelleştiren, asil, büyük, vakarlı yapan, hayatın mânâsını, neden dünyaya gelindiğini, varoluşumuzun asıl sebebini anlamaya yönelmiş gayretlerdir, aşktır, heyecan­dır. Uygarlık eğer insanın kalbinde değilse, hiçbir yerde bula­mazsınız. Karanlık, ışığın olmadığı yerdedir. Kalp bir kere te­mizliğini, asaletini, tabii fıtratını, ışığını kaybeder, kararırsa, bir daha zor aydınlatılır. Çünkü kötülük, günahlar, olumsuzluklar kalbi ve insanı yorar. Hayatın tabii çizgisinden, akışından uzak­laşanlar, mutluluk ve güzelliği günahta bulacaklarını sananlar aslında sürekli kendilerinden, kendi öz varlıklarından kaçarak, daimi bir aldanışın girdabına sürüklenenlerdir. Onlar her an bir başka biçimde durmadan can çekişirler. Her şeyin bir bedeli ol­duğunu öğrendikleri zaman iş işten geçmiş oluyor.

Gözünü koruyamayan kimse, düşüncesini de koruyamaz. Gerçeği insanların ölçüsü ile değil, insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımak gerekir. Nereye dönersek dönelim Allah’ın vechi ora­dadır. Allah’ın irâdesini kendileri için en hayırlı, en güzel kabul edenler, kemâle ulaşan, olgun, ince, güzel insanlardır. İnsan­ların en hayırlısı, insanlara en çok yararı dokunandır. Ben bili­rim, herkesten çok bilirim diyenler kendilerini en fazla aldatan kimselerdir. Gübreden gül kokusu beklememelidir. Unutmayalım ki, insanlığın bugüne kadar bütün öğrendikleri, sonsuz uzun­luktaki bir kumsalda bulunan tek bir kum taneciğinden daha çok değildir. Onlar görüneni görürler yalnız. Siz en uzak anlama verin kulağınızı. Çevremiz sonsuz güzelliklerle dolu. Niyazi-i Mısrî “Kande baksan orda Allah’ı gör” der. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. Bu güzelliklerin yaratıcısını tanımayana insan denilebilir mi? İki mahkûm hapishanenin penceresinden bakı­yorlardı. Biri gökteki yıldızları, diğeri yerdeki çamuru gördü. Bak­mak başka, görmek başkadır. Herkes bakar, ama herkes göre­mez. Her şey görenedir, köre ne... En güzel mânâ gülleri, ses­sizlik içinde açılır, sessizliği güzelleştirmedikçe konuşmamak gerekir. Gören göz değil, gönüldür. Cemâlsiz kelâm olmaz. Gör­mek aşktır. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen haya­tından zevk ve lezzet alır.

En büyük zorluk insan kalbine ulaşabilmektir. İnsanoğlu aya bile çıktı ama yanındaki insanı anlayamıyor, teselli edemiyor. O kadar uzağında kalıyor ki... Yunus’u hatırlamamak mümkün mü? “Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır...”

Düşünebilmek için ruh sükûnet ister. Yalnız kalmadıkça nice şeylerin doğruluğunu sezemiyoruz. Gerçeği seyretmek isteyen kimse, ilkönce kendinde sükûnu tesis etmeli, zihni bir gölün dur­gun suları halini almalıdır. Düşünmek denilen çalışmadan kaç­mak için, insanoğlunun bulamayacağı bahane yoktur.

Göklerde ve yerde nice belgeler var ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler(Kur’an-ı Kerim, Yusuf, 105).

Asıl bakış, küçük şeyin bütünde aldığı yeri görmektir. Ken­dini Allah’a bırak. O’ndan gelecek her şeye râzı ol. Sanır mısın ki, Allah ile beraber olmanın başka şeye ihtiyacı olur? Bir kimse Allah ile olursa, Allah da onunla olur. “İyi bilin ki Allah dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir”.

Kulun Hak’tan uzaklaşmasının başlangıcı nefsine bağlanma­sıdır. Herkes sevdiği ile beraberdir. Kalbinizi Allah sevgisi ile doldurunuz. Hak, kendisine talip olanların yoldaşıdır. Tövbe is­yandan Hak’ka dönüştür. İlmin ilk basamağı tövbe, ikincisi te­vekküldür. İddia, benlik doğurur. Benlik ise insanı hem halktan, hem Hak’tan uzaklaştırır. Allah dostları, O’na yakın olmak için Allah’tan başka her şeyden vazgeçmiş, gönüllerini Allah sev­gisinden başka her şeyden temizlemiş, zihinlerini Allah düşün­cesinden başka her düşünceden uzaklaştırmış kimselerdir. Ken­dilerinden kurtuldukları için O’nu bulmuşlardır. Kâinatın Efendisi “Yarabbi, beni bir an, bundan da az bir zaman içinde olsun, kendi nefsime koyma” buyuruyor.

Neden kendinden el çekmedin ki, hem sen rahat olurdun, hem de âlem... Varacağın yer bir adımlıktır. O bir adım da senin vücudundur. Ondan geçtiğin anda Hak’ka varırsın. Hayrın hepsi bir evde toplanmıştır. Onun anahtarı tevâzudur. Şerrin hepsi bir evde toplanmıştır. Onun anahtarı kibirdir.

Allah’ın emirlerini mükerrem tut ki, Allah da seni mükerrem tutsun. Faydasız ilimden Allah’a sığın. Bir Allah dostuna sor­dular. Üns nedir dediler. Cevap verdi. Cenab-ı Hak’tan gayri her şeyden uzak durmak, hatta kendinden bile.

Kalbinde edep olanın vücudunda da edep olur. Yemeği şeh­vet haline getiren kimseden, düşünce adına pek bir şey bek­leyemeyiz. Yemeğe ne kadar uzak durursak, iç âlemimiz o ka­dar zenginleşir, güzelleşir. Mevlânâ, açken iyi çalıştığını, do­yunca, düşüncelerinin çamurlaştığını söyler. Ruhun iyi ses çı­karması için, bedenin de iyi akort edilmesi gerekir. İmânın yarısı sabır, yarısı şükürdür. En büyük haz, hayır işlemektir. Hazreti Musa, Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirildiği zaman, “Ya Musa, yumuşak ve tatlı söyle” buyuruldu. Öfkeyi sükûnetle dindirmek gerekir. Sâkin ve yumuşak olmak olgunluk alâmetidir. Gazabınızı defedin ki, Allah da azâbını kaldırsın. Kimseden bir şey istemeyin. Kendinize ait olmayan bir şeye el sürmeyin. Kendinize zulmetmekten vazgeçin.

Sabretmeden hiçbir hayra erişemeyiz. Sabır, her darlığın anahtarıdır. Sabır bir aşk, bir güzelliktir. İnsanlara en güzel he­diyedir. Bir ışıktır. Her şeyi aydınlatır. Kardeşinin kulağına gitti­ğinde, beğenmeyeceği sözü, arkasından söylemek, gıybettir. En büyük günahlardandır.

Gönlünü gerçeğe ve güzelliğe açmayan bir kimse, virâne bir eve benzer. Sade, basit, mütevâzı, nezih, temiz, sabır, şükür, kanaat ve edep dolu bir yaşam... İşte mutluluğun, huzurun, gü­zelliğin sırları. Allah cümlemize nasip etsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]