subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt II                                                                            Sabri Tandoğan

 

Hacı Bayram Camii ve Çevresi

Çocukluk ve gençlik günlerimin en güzel anıları orada geçti. Bunaldığım, sıkıldığım, çevrenin dar, katı, maddî çemberinden kurtulmak istediğim zaman oraya koştum. İnsanlık, efendilik, in­celik, zarafet oradaydı. Nice gönül sahibi insanlar için bir kur­tuluş yeriydi, buluşma yeriydi, çayların en güzeli orda içiliyor, sohbetlerin en güzeline, en faydalısına orda şahit oluyorduk. Ni­ce güzel insan bir tayf gibi geçiyordu. Düğümler çözülüyor, uk­deler, birikimler yerini renge, ışığa, sevgiye bırakıyordu. Ve za­manların en güzeli yaşanıyordu orda.

Evet, Hacıbayram Camii ve çevresinden bahsediyorum. Öy­le günlerim oldu burada, dert verdim, derman aldım. Karan­lıklarım ışığa, renge, doyumsuz bir şiire dönüştü. “Sevmek, de­vam eden en güzel huyum” diyordum her ayrılışımda. Nice Allah dostunun, güzeller güzeli insanın sohbeti hâlâ kulak­larımda çınlıyor. Ne yazık ki, o güzelliklerin yerini bir taş mey­dan aldı. İçindeki bütün yücelikleri, güzellikleri, şiiri, aşkı, rengi kaybetmiş birkaç insan şimdi orayı bir taş yığını haline getirdi. Kışın kaç kişi sağlığını kaybetsin, karda, buzda düşsün, yazın güneşin altında fırın haline gelen taş alan, gelenleri geldiğine pişman etsin diye.

Ogüst mabedi esas alınıyor ve her şey ona göre tanzim ediliyor. Sanki tanzim edilen alanın asıl sahibi, dünya kültür tari­hinin en müstesna insanlarından, güzeller güzeli, yüceler yücesi bir Allah dostu, bir gönüller sultanı Hacı Bayram Hazretleri değil. İlk gördüğüm gün nasıl üzüldüm, nasıl kahroldum, anlatamam. İçimden bir ses, hayır, olamaz, bir alan bu kadar kötü tanzim edilemez, bu mimarlık adına, tarih adına, kültür adına işlenen bir cinayettir diyordu. Yunus, boşuna söylememişti, “Taş gönül­den ne biter!” diye. Bu estetik adına tarihte misli görülmemiş bir barbarlık örneği idi.

Gerek onu çizen mimar, gerek onu onaylayanlar, zerre ka­dar kültürden, san’attan, estetikten, tarihten nasiplerini almış ol­salar idi, hiç bu cinayeti işlerler miydi?

İşte, tarih bilincinden, kültürden, estetikten, incelik, zarafet ve güzellikten mahrum yetiştirdiğimiz kuşakların son meyvesi.

          Yalnız acı bir meyve zehirle pişmiş aştan

          Ve ayrılık anneden, kardeşten, arkadaştan


Yirmi yıl önce İsveç’e gitmiştim. Stokholm’de geziyorum. Gördüğüm manzara beni hayretler içinde bıraktı. Aşı boyalı eski Türk evleri, son derece bakımlı, tertemiz. Pırıl pırıl. Sordum. Araştırdım. Bir İsveç sefiri İstanbul’a gelir. Türk evlerine hayran olur. Mimarlar getirilir. O güzelim san’at eserleri ortaya çıkar. Biz ne yapıyoruz, kendi kültürümüzü, kendi san’atımızı inkâr ediyor, bir çirkinlik örneğini meydana çıkarıyoruz. Ve yumruklarımı sıka­rak hayır diyorum bu bir mimari cinayettir. Tarih ve kültürel bir cinayettir.

Bu yazıyı kaleme almadan önce yirmi beş mimarla görüş­tüm. Çeşitli eğilimlerde, görüşlerde, ama belli bir düzeye gelmiş, kültürden nasibini almış insanlar. Aynı tepkiyi gösterdiler. Peki onaylayanlara ne demeli. Utanç verici bir cehâlet ve tarihi bilinç­ten yoksunluk. Ve üstüne basa basa söylüyorum, kendi öz kül­türüne düşmanlık... Yazıklar olsun...

Dünya çapında bir anket açılsa, çeşitli ülkelerden 250 mimar getirilse de bu kimseler boylarının ölçüsünü alsalar.

Bugün Türkiye’de kâinat çapında bir acaiplik yaşanıyor. So­ruyorum, modern Türk Mimarisinin özellikleri nedir? Varsa ce­vap verecek çıksın. Çünkü olmayan bir şeyin özelliği de olmaz. Bugün modern bir Türk edebiyatı var. Modern bir Türk resmi var. Ama modern bir Türk mimarisi yok. Yirmi beş yıldır bu ko­nuyla ilgileniyorum. Kimseden cevap alamadım. Mimarlık adına çıkan, bütün kitapları, dergileri alıyor okuyorum. Cevap yok.

Düşünüyorum. Hacı Bayramda o yıkılan evlerin yerini son derece itinâ ile yapılmış eski Türk evleri alsa idi. Eski Türk de­korasyon ve möble anlayışı ile döşenseydi. Altlarında çeşitli eski Türk san’atları ve el işlerini yaşatan küçük dükkanlar ve atölye­ler açılsa idi. Minyatür, tezhip, hat san’atı, ciltçilik, oymacılık, se­defçilik, dövme bakırcılık, tahtacılık, tespihçilik vs... Pırıl pırıl, tertemiz gençlerimiz oralarda çalışsalar, görev alsalar, gelen­lere, yerli-yabancı, Türk san’atlarını, o san’atlardaki sınırsız in­celikleri anlatsalar. Türk yemeklerini, tatlılarını tanıtan bir aşevi açılsa... Kötü mü olurdu? Ben Tokyo’ya gitsem, herhalde beş yıldızlı bir otel görmek istemem. Japonu Japon yapan özellikleri görmek isterim. Aynı şeyi aklı başında bütün yabancılar da -bizim tarihine, kültürüne, inanışına yabancı çeyrek aydınlarımız hariç- görmek isterler. Hacı Bayramı bize yeniden kazandıracak insanları umutla, inançla, aşkla bekliyorum, bekleyeceğim.

Yirmi bir yıl öncesiydi: Çekoslovakya’ya gitmiştim. Prag’ı ge­ziyordum. Tarih orda yaşanıyordu. Günlük hayatın içine girmişti. Somutlaşmıştı. Nereye baksanız tarihi yaşıyordunuz. Birden bir patırtı, gürültü oldu. Ne o, nedir bu derken çok ilginç bir durumla karşılaştım. 12 nci yüzyıldan kalma bir yapıdan sıva kopmuş, yere düşmüş. Onu alıyorlar. Lâboratuarlarda inceliyorlar. Acaba o zaman o sıva nelerden yapılmış. Aynını yapıyorlar. O gün me­rasimle yerine konuyormuş yeni sıva. Bütün şehrin ileri gelen­leri, Kültür Bakanı orada idiler. Konuşmalar yapıldı. Bandolar çaldı, merasimle yeni sıva yerine monte edildi. Hiç unutmadım, büyük saygı duydum.

Tarihine saygı duymayanlar, geleceklerinin uçurumunu elle­riyle hazırlarlar.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]