subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Dostun Evi Gönüllerdir

Çocukluğumuzdan beri hep işitiriz. Efendim derler, benden memlekete hizmet etmem isteniyor; ben ne yapabilirim ki, cumhurbaşkanı değilim, başbakan değilim. Elimden ne gelir. Çok insan, sıra hayır hasenat yaptırmaya gelince, birden kö­pürürler; ben derler ne Vehbi Koç’um, ne Sakıp Sabancı’yım. Ne yapabilirim ki? Ve böyle yıllar geçer, ömürler biter. İnsanoğlu bu lâf cambazlıklarıyla sorumluluktan kurtulduğunu sanır. Ne büyük aldanış. Aldanışların en büyüğü, insanın kendi kendini aldatışı değil midir? Minicik de olsa bir hayır yapmak için, ille Vehbi Koç, Sakıp Sabancı mı olmak lazım? Resulullah Efen­dimizin cevabı ne güzeldir. Bir gün cemaate hitap ederken, verilen sadakaların, yapılan iyiliklerin, hayırların ne kadar hayır getireceğinden bahsetmişler. Yaşlı bir kimse ağlamaya başla­mış. Efendim demiş, ben o kadar fakirim ki, bütün bu sevap­lardan mahrum kalacağım. Çünkü kendi ailemin rızkını bile, gerektiği şekilde temin edemiyorum. Peygamber Efendimiz, o kimseye dönmüş, hayır yapmak, sevap kazanmak ille para ile olmaz, bir müslüman kardeşine gülerek selâm vermek, saygı ile onun hatırını sormak, onun derdini paylaşmak, onun gözyaşına ortak olmak da sadakadır, buyurmuşlar. Hayatta bir insanın yaşı, cinsiyeti, sosyal ve ekonomik durumu ne olursa olsun, herkes çevresine bir hayır yapabilir, bir güzellik sunabilir. Ba­hanelerin arkasına sığınarak kendini aldatmakta kimse için bir yarar yoktur. Büyük işler, küçük başlangıçlarla başarılır. Vaktiyle Vehbi Koç’a sormuşlar, bu kadar servete nasıl ulaştın demişler? Vehbi Koç gülmüş, ilk bir lirayı kazanarak demiş. Dünya ma­raton şampiyonuna, bu kadar uzun bir mesafeyi nasıl koşarak bitirebildin demişler. Cevap vermiş, ilk 100 metreyi koşmaya başlayarak demiş. Kendi hayatlarımızda daha okul yıllarında başlayan israf, saçıp savurma gün gelir, alınan dış borçlarla devleti zor durumlara düşürür. Bir devlet memurunun dairesinde elini yıkadıktan sonra, çekmecesini açarak, tertemiz, bembeyaz bir kâğıt çıkararak elini kurulaması, bir ev hanımının evin ek­meğini bayat diye atması; devleti elli sente muhtaç bir duruma sokabilir. Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur. Bir kimse beş fakülte bitirse bile, evinde ve işyerinde, gereksiz yere akı­tılan bir damla su, boş yere yanan bir ampul, onu ürpertmiyorsa, tedirgin etmiyorsa, o kimseye medeni bir insan denilemez. Hiç unutmam beş yaşında bir çocuktum, bir kış günüydü, rahmetli babaannem pirinç ayıklıyor, ben de sobanın yanındaki koltukta kitap okuyordum. Bir ara babaannem yere bir pirinç tanesi düşürdü, eğildi aramaya başladı. Bir süre aradı, tekrar aradı, bulamadı. Dayanamadım, aman babaanne dedim, niye kendini bu kadar üzüyorsun. Bir pirinç tanesi için bu kadar yorulmaya değer mi? Babaannemin canı sıkılmıştı, sert bir şekilde beni ilk ve son olarak azarladı. Küçük beyimiz, sobalı odada koltuğuna oturmuş ahkâm kesiyor dedi. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü? O pirincin ne kadar zorluklarla yetiştirildiğinden haberin var mı? O üretim sırasında kaç kişinin sakat kaldığını, hasta oldu­ğunu biliyor musun? Utandım, yüzüm kızardı. Ne zaman pilâv yesem, tabakta birkaç tane pirinç kalsa, babaannemi hatırlar, hemen onları birer birer toplayarak yerim. Bir ülkenin insanları, atılan bir tabak yemekten ne olur, bir dilim ekmekten ne olur, boş yere yanan ampulden ne olur diyerek gelecek nesilleri bile borç altında bıraktıklarını bir bilebilseler. Çok, azların topla­mından başka nedir? Tasarruf terbiyesi olmayan çocuklar, yarın milletin başına geçtiğinde, devleti sonu bilinmeyen bir yola sürüklemekte, hiçbir tereddüt göstermezler. Bir arının bir gram bal için, kaç bin çiçeği dolaştığını bir bilebilsek. Küçücük ih­mallerin, bir insanı nasıl hasta ettiğini, ölüme bile götürdüğünü bir düşünebilsek. Hz. Ömer’in misafiri geldiğinde, devletin mu­munu söndürerek, cebindeki mumu yakmasındaki sonsuz ince­liği idrak edemeyenler hem kendilerini, hem ailelerini, hem de toplumlarını felâkete sürüklerler. Hayat sonsuz incelikte bir kompozisyondur. Minicik bir ünite görevini yapmayınca o birlik, o vahdet nasıl da bozulmaya başlar. Her şey o kadar birbirine bağlı ki. Bir mıh, bir nal, bir at ve bir ordu arasındaki ilişkiyi ilkokul okuma kitabında okumuştum. Bazen bir vidanın düş­mesi, dev gibi bir makinanın mahvına neden olabilir. Doktorun yasak ettiği bir gıdanın yenilmesi, bir hastayı bazen ölüme götürebilir. Bir maliye bakanının ağzından çıkacak yanlış ve ters bir söz, bütün piyasayı allak bullak edebilir. Bir kumandanın ağzından çıkacak menfi bir söz, takınacağı olumsuz ve korkak bir tavır, ordusunun mahvına sebep olabilir. Bir tek yanlış bir sözle, hayatları kayan nice politikacılar vardır. Bazen gereksiz bir masrafla, bir ailenin bütçesi açılır, bir ömür boyu kapanmaz. En büyük senfoniler, notaların yanyana gelmesiyle oluşur. Kan­ser dediğimiz, bir hücrede başlayan dejenerasyonun, bozul­manın yavaş yavaş bir organa ve bir vücuda yayılmasından başka nedir? İçilen bir tek sigaranın bir insanı ileride akciğer kanserine götürmeyeceğini kim iddia edebilir? Bazen iki insan arasında ölüme kadar devam edecek kırgınlık ve dargınlık, bir tek kelime ile başlar. En uzun yol, atılan ilk adımla aşılır. Japon dilinde, basit, önemsiz, ehemmiyetsiz, sıradan, lâlettayin gibi kelimeler yoktur. Onlara göre, her şey önemlidir. Her şeyin sonsuz incelikle düzenlendiği bir evrende yaşıyoruz. Yaratılan her zerrenin kendine göre bir yeri, bir görevi var. Hiçbir şey boş ve anlamsız değil. Ve hayatta her şey birbirine bağlı. Söylenen bir yalanın, bir kalbi incitmenin, bir gönlü yıkmanın aynı za­manda, sâde karşı tarafı değil, bütün varoluşu da titrettiğini bir bilebilsek, bir öğrenebilsek... Efendim, benim düşüncelerim, be­nim hareketlerim, yalnız beni ilgilendirir, bana kimse karışamaz diyenler, ne büyük bir yanılgı içinde yaşıyorlar. Şair ne güzel söylemiş, “Onlar ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Ancak, nefsaniyetlerinin doruğunda yaşayanlar böyle konuşurlar. İnsan olan böyle konuşmaz. Nobel kazanan Fransız yazarı Jean Paul Sartre, “Bir insan ağzından çıkan her kelimeyle, her davra­nışıyla, bütün insanlığa karşı sorumludur.” diyor. Medeni insanlar, bu ruh hali, bu bilinç içinde yaşamak zorundadırlar. Birimizin acısı, hepimizin acısı olmalı. Kâinatın Efendisi, “Kom­şusu aç iken, tok yatan bizden değildir” buyuruyor. Vücudun herhangi bir noktasına usulca batırılan bir iğnenin acısını, bütün vücut hisseder. Bütün insanlık da bir aile olduğuna göre, baş­kalarının acılarına, ıstıraplarına, gözyaşlarına ilgisiz kalmak, in­sanlık dışı bir olaydır. Yunus Emre bir şiirinde;


 


Çalış kazan, ye yedir


Bir gönül ele getir


Hepisinden iyisi


Bir gönüle girmektir


diyor ve ilâve ediyor;


Ben gelmedim dava için


Benim işim sevi için


Dostun evi gönüllerdir


Gönüller yapmaya geldim.


Yaşadıkları sürece maddi mânevi bütün varlıklarını seferber edip, gönüller kazananlara ne mutlu, selâm onlara, sevgi on­lara, saygı onlara, Allah onlardan razı olsun…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]