İslâm’ı Yaşamak
Egzistansiyalizmin kurucularından Danimarkalı filozof Şären Kirhgegard, Kopenhag’da doğar. Ailenin tek çocuğudur. İhtimamla yetiştirilir. Liseyi birincilikle bitirir. İlâhiyat Fakültesine gider. Oradan da birincilikle mezun olur. Mükâfat olarak Kopenhag’ın en büyük kilisesine papaz olarak atanır. Birkaç yıl görev yaptıktan sonra, ilgili makamlara istifa dilekçesini gönderir. Dilekçesinde, ben der, bu görevi yapmaktan artık utanıyorum. Bütün yaptığım iş, bir hafta kitap okumak, sonra bu okuduklarımı, hafta sonunda, beni dinlemeye gelenlere nakletmek. Kendimi bir papağan gibi görmeye başladım. O yazılanları içime sindirmeden, günlük hayatımda yaşamadan, sadece naklediyorum. Bu beni artık sıkmaya, üzmeye, bunaltmaya başladı. Yaşanmayan, günlük hayata intikâl ettirilmeyen inançların, duyguların, düşüncelerin ne kıymeti kalır. Aldanışların en kötüsü, insanın kendi kendini aldatması değil midir? Bu nedenlerle, kendime karşı saygımın devamı için istifa ediyorum. Kabulünü rica ederim, der. Sonra kiliseden ayrılır. Kendini kitaplarını yazmaya verir. Yıllar önce, lisede öğrenci iken okumuştum bunları. Bir ömür boyu etkiledi beni. Sorun, yalnız Kirhgegard’ın değil hepimizindi, bütün insanlığındı. Teori ve pratik, bilmek ve yapmak, çağlar boyu insanlığın en büyük sorunu oldu. Bugün de önemini koruyor. Kanımca, günümüzün karmakarışık olmuş, kördüğüm hâline gelmiş sorunlarının kökenine inecek olursak, yine karşımıza bu durumun çıktığını görürüz. Bazı eli öpülecek, fevkalâde kıymetli hocalarımızın dışındaki kimseler için, söylenen şu söz ne kadar acı, ne kadar düşündürücüdür. Anadolu insanı, hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme der. Bir insanı yücelten, ötelere götüren, bilgilerinden daha çok, o bilgileri yaşamaktaki, uygulamaktaki, günlük hayatına geçirişindeki göstereceği ruh salâbeti, dürüstlük ve samimiyetidir.
Bir düşünür, işlenmeyen, yaşanmayan inançlar, samimi olabilir mi, diye soruyor. Kâinatın Efendisi bir hadis-i şerifinde: “Allah’ım faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” buyuruyor. Günümüzde bu tür insanların pek çok örneğini görüyoruz. Ellerinde çarşaf gibi kâğıtlarla, televizyon ekranlarına çıkanlar, kendilerine ve topluma ihanet ettiklerinin farkındalar mı? Ya onları, çeşitli küçük hesaplarla ekranlara çıkaranlara ne demeli? Kâğıtsız konuşamayanlar, kendilerine itimadı olmayan, inançları samimi olmayan ama ille de televizyon ekranlarında boy göstermek isteyen, nefislerinin esiri olmuş, birtakım zavallılar değil midirler? Zaten nerede olursa olsun, inancında samimi olmayan insanlar, daha ilk cümlede belli olur. Bugün bir bilgi hastalığı, almış başını gidiyor. Gazetelerin verdikleri çöplüklere sığmayan ansiklopedilerden tutun da, radyo televizyonlardaki bilgi yarışmalarına kadar, bir bilgi furyası her yanı sarmış. Kimsenin işine yaramayacak, beş para etmeyen kırıntılarla kafalar dolduruluyor. İşin acı tarafı, bunlara sahip olanlar da, marifet yapmış gibi kasım kasım kasılıyorlar. Bu zavallıların hayatlarına bakıyorsunuz, yaşama üslûplarına bakıyorsunuz, sefaletten başka bir şey göremiyorsunuz. Bilinenler uygulanmadıkça, yaşanmadıkça neye yarar? Kimi kandırıyoruz? Tamam, o tefsir profesörü, o hadis profesörü, o tasavvuf profesörü veya o konularda düzinelerle eser vermiş kimseler. İyi güzel, şimdi ben soruyorum, bana bir insan gösterin, on Hadisi, on Âyeti günlük hayatında, iş hayatında, aile hayatında yaşamış olsun, uygulamış olsun. Buyurun cevap bekliyorum. Göstermenizi rica ediyorum. Gösterin ki, gidip o mübârek insanın ellerinden öpelim, duasını alalım. Mesele burada efendim, söylediğine sahip, inandığını yaşayan insan olabilmek. Çünkü ancak inançlarında samimi olabilenler, söylediklerini yapıp uygulayabilenler, toplumu etkileyebilirler. Bir hususu, birinden işitmekle veya kitaptan okumakla öğrendiklerini sananlar, sadece kendilerini aldatanlardır. Bir papağan da, toplumdan ancak bir papağan kadar ilgi görebilir. Biz, söylediğine inanan, inançlarını uygulamak için, icabında ölümü bile göze alan insanların, o yiğit, o gerçek insanların özlemi içindeyiz. Ancak, özü sözü, içi dışı bir insanlar, sevgiye ve saygıya lâyıktırlar. Birtakım küçük hesaplar uğruna, sürekli inançlarından taviz verenler, er geç o toplumun tokadını yemeye mahkûmdurlar. Bir inancın sahibi olmak, kolay iş değildir. Ferhat, Şirin’e kavuşmak için, dağı deldi. Şirin kimdi, o dağ ne idi, düşünmek gerek. Tarihin bütün dönemlerinde ve günümüzde, hiç şüphe yok ki, samimi olarak inançlarını yaşamayanlar, üstelik o inançları, mevki, makam, para, pul, şöhret, siyaset yolunda kullananlar, er veya geç, hayatın tokadını yiyeceklerdir. Tarih buna şahittir.
Kimse zorla inanmaya mecbur değildir. İsteyen inanır, isteyen inkâr eder. “Kul ya ey-yuhel kafirune” diye başlayan surede, bu gerçek ne güzel anlatılmaktadır. Asr suresinde, ancak inananların, inançlarına göre yaşayanların, birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenlerin hüsrandan kurtulacakları yazılıdır. Lâfla peynir gemisi yürütmek isteyenler, hiçbir zaman muvaffak olamayacaklardır.
|