subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Hayatın Gerçekleri

Gençlik yıllarımızda hemen her gün okur, işitirdik. Birtakım kimseler kasıla kasıla, ağızlarını yaya yaya, olmuyor efendim, derlerdi, bu cahil imamlarla bu milletin ileri gitmesi imkânsız. Ne yapılacaksa yapılsın, ne fedakârlıkta bulunulacaksa bulunulsun, bu imamlar, hatipler okutulsun. Sonra genellemeler yapılır, Türk milletinin geri kalmışlığının sebebi olarak cahil dedikleri, yobaz dedikleri, çağdışı dedikleri imam hatipler gösterilirdi. Bu terane yıllarca sürdü, meraklılar milli kütüphaneye gidip elli-altmış yıl önceki gazete kolleksiyonlarını isteyip inceleme yapabilirler. Hatta bizim gençlik yıllarımızda böyle konuşmak, böyle yazmak bir nevi çağdaşlığın, ilericiliğin ölçütü olmuştu. Sonra imam hatip okulları açıldı, Türk halkı bu okulları benimsedi, bağrına bastı. Ellerinden geleni, bazen de daha fazlasını bu okullar için se­ferber ettiler. Kimi insan malını mülkünü sattı, bu okulları yap­tırdı, kimi insan yine büyük fedakârlıklarla okulun iç donanımını temin etti. Gençlerimiz hem müspet ilimleri, hem dini ilimleri bu okullarda tahsil ettiler. Ne var ki bazı siyasiler, “Onlar bizim arka bahçemiz” diyerek, bu okullara en büyük kötülüğü yaptılar. Oysa o okullar hiç kimsenin, hiçbir siyasal görüşün ne ön bah­çesi ne de arka bahçesiydi. Yıllardır özlemi duyulan güzellikler, bu okullarla yurda yayılacaktı. Hiç şüphesiz bu okulların kuruluş aşamasında bazı hatalar yapılmış olabilir, bazı noksanlıklar bulunabilir, bazı hassas konularda normal ölçülere göre bazen biraz geri kalma, bazen biraz ileri gitme olabilir. Yapılan her yanlış düzeltilmesi mümkün, ıslahı kâbil bir durum gösterebilir. Hepimiz iyi niyetle, temiz yürekle, el ele vererek “varsa eğer yapılan hataları” düzeltebiliriz. Mümkündür, ama böyle yapma­yıp da imam hatip okullarının ismi geçince, kapatılsın diye feryat etmek acaba ne ile izah edilebilir bilemiyorum. Anlayamıyorum. Bu dilekte bulunanların dayandığı prensipler ne ise, birisi çıksa, güzelce anlatsa, biz de öğrensek. Bu tutarsızlık, bu önce aydın din adamı diyenlerin, sonra bu okulları kapatalım diyenlerin ileri sürdükleri, acaba akılla, bilimle izah edilebilir mi? Sanmıyorum. Bu durum onların sağlam düşünememelerinden, olaylara nesnel bakamamalarından, bilimsel düşünceden uzak olmalarından ileri geliyor. Evet, ifrat ve tefrit, aşırılıklar, taşkınlıklar, ölçüden uzak davranışlar İslâm’ın ruhuna aykırı. Bunda hiç şüphe yok. Peygamber Efendimiz bir gün ashaba seslenirken, “Her şeyin hayırlısı orta yoldur. İslâm’da ifrat ve tefrit yoktur. Hiçbir hususta aşırıya gitmeyin.” buyurur. Cemaatten biri sorar, “Yâ Resulullah, bunun bir istisnası yok mudur, acaba ibadette aşırıya gitsek ne zararı olabilir?” der. Resulullah Efendimiz cevaben, “İbadette dahi aşırıya gitmeyin. Sizden evvel gelen nice kavimler dinde ifrata gitmek yüzünden helâke uğra­dılar, siz sakınanlardan olasınız.” buyurur. Ölçülü olmak, den­geli olmak, aşırılıklardan uzak kalmak dinin de, bilimin de, me­deni hayatın da öngördüğü bir husustur. Bir müessesede ha­talar varsa, onların düzeltilmesi için çaba harcamak yerine, on­ları ortadan kaldırmak isteyen zihniyeti bir türlü anlayamıyorum. Düşünüyorum, bu durum, bu iddiaları ileri süren çok değerli kardeşlerimizin gerçek bir aydın olamamalarından ileri gelmiyor mu acaba? Bugüne kadar nerede bir aşırılık gördüysem, orada cehaletin karanlık sesini duydum. Gerçekten yetişmiş, gerçek­ten olgun insanlar, hayatta daima insaflı, tarafsız oluyorlar. Olaylara çok yönlü bakıyorlar. İnsanların tabii ihtiyaçlarını göz önünde tutuyorlar. İnsanın çağlar boyu değişik görüntüler içinde de olsa yine de değişmeyen yönleri oluyor. Sevmek gibi, inan­mak gibi, hayran olmak gibi. Yüzyıllar ötesinden Yunus Emre, “Yaradılanı hoşgör, Yaradan’dan ötürü.” demiyor muydu? İnsanlara, ama hiçbir ayrım yapmaksızın bütün insanlara sev­giyle, saygıyla, hoşgörüyle yaklaşmak ne güzel bir olaydır. Yunus gibi, “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni.” diyebilenler ne güzel insanlardır. Büyük Yunus, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyordu. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diyordu. Neden bizler de Beethoven gibi, dokuzuncu senfoninin koro bölümünde olduğu gibi el ele verip, “Birleşiniz insanlar, kardeş gibi olunuz.” demeyelim? Dünyadaki aşk çeşmesi gürül gürül akıyor, neden biz de gönül testimizi doldurmayalım bu çeşmeden? Neden, “Seviyoruz, se­viliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden.” demeyelim?


Büyük veli, büyük bilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri daha on sekizinci yüzyılın başında tehlikeyi görmüştü. O sıralarda bazı medreselerde müspet ilim dersleri kaldırı­lıyordu. Bu durum Hazreti çok üzüyor ve kaygılandırıyordu. Bu, diyordu, bir kuşun iki kanadından birini kopartmak gibidir, hiç farkı yoktur. Müspet ilimler ve mânevi ilimler yan yana olmalı, beraber olmalı, Bir kuş ancak iki kanadı olursa uçabilir, tek kanatlı bir kuşun uçtuğunu kimse görmedi, hayat da öyle. Hazret Marifetname’yi bu düşünce ile yazdı ama ne yazık ki aradan geçen bunca zamana rağmen olay bütün nüanslarıyla bazı kimseler tarafından kavranılamadı. Buna hayatın büyük realitesi de diyebiliriz. Günümüzde batı dünyasında nice değerli bilim adamı, bilimle tasavvuf arasındaki çok yakın ilişkiye deyiniyor, cilt cilt eserler yayınlıyorlar. İnşallah o eserler hayata ve olaylara ön yargıyla yaklaşan kardeşlerimizin uyanmalarına vesile olur.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]