Cinsellik ve İnsanlık
Çocuk doğar. Çocuk yetiştirenler, çocuk doktorları iyi bilirler. İnanılmaz bir hareket gücü. Eller, ayaklar kıpır kıpır. Bir hayat enerjisi, elle tutulur, gözle görülür şekilde dikkâti çekiyor. Bir iki yıl sonra önüne geçilmez bir öğrenme merakı başlıyor. Çocuk neyi görse annesine gösteriyor. Soruların sonu gelmiyor. Bu ne? Bu ne? Çocuk belli bir yaşa gelip de buluğa erince, o ilâhi enerji, ne yazık ki cinsel enerjiye çevriliyor. Düşünülen hep aynı. Hayallerde o kuruluyor, işleniyor, rüyalarda o görülüyor. “Cinsellik”. Ne yazık ki günümüzde adına medya denilen büyük canavar, bitip tükenmeyen bir tempo ile genç insanlardaki bu cinselliği besliyor. Gazetelerde, televizyonlarda hep seks ile ilgili görüntüler. Hele Pazar ilâveleri veren öyle gazeteler var ki, genelev albümünden pek farkı yok. Sinemalarda, tiyatrolarda, fıkralarda, romanlarda, piyeslerde, özel sohbetlerde işlenen hep aynı tema. Cinsellik, gene cinsellik, gene cinsellik...
Doğanın insanlara kazandırdığı o harikulâde güzellikler, yetenekler, özellikler bu cinsellik uğrunda mahvolup gidiyor. Ortaya çıkan sadece, ama sadece karamsar, yaşama sevincini kaybetmiş, mutsuz, huzursuz, sıkıntılı, hasta insan tipleri. Ne bekârken mutlu olabiliyor, ne evli iken. Doğanın insanlara neslin devamı için verdiği enerji, günümüzde o kadar kötüye kullanılıyor ki. Reklâmı yapılan malın türü ne olursa olsun, işlenen tema hep aynı. Makarnadan otomobile kadar, giysiden ev eşyasına kadar sürekli olarak çıplak kadın teması işleniyor. Bu çılgın gidiş insanları, aileleri ve toplumları felâkete götürüyor. Porno eşyası satan dükkânların sayısı, her gün biraz daha artıyor. Artık büyük mağazalarda utanmazca, hayasızca poz veren çıplak kadınlar, her an herkesin gözü önünde. Ne devlet, ne belediye, ne o çarşının sahipleri bu pisliğe, bu rezalete “Yeter artık, durdurun bu hayasızca gidişi!” demiyorlar. Topluma yön vermek durumunda olan kimseler, nemize gerek diyor, omuz silkiyor ve bu hayasızca gidiş günden güne bir çığ gibi büyüyor.
Peki! İnsanımız bir hanımefendi, bir beyefendi gibi insanca, uygarca yaşamak isterse. Çocuklarını geleceğe inançla, güvençle hazırlamak isterse ne yapacak? Nasıl bir tutum izleyecek? Şimdi onu görelim.
Yapılacak iş; kendini, eşini ve çocuklarını bu namussuzca, hayasızca, şerefsizce gidişe karşı mânevi kalkanlar edinerek korunmaya almaktır. Bu insan inançlarına, bilime, güzel sanatlara, estetiğe, doğa sevgisine, insan sevgisine aşkla bağlanırsa, bütün varlığı ile kendini iyiye, güzele, doğruya, temiz, asil, büyük ve yüce olana adarsa, hayat bambaşka bir anlam kazanır. İnsan dünyaya geldiğinde bir melek gibi tertemiz, pırıl pırıl bir durumdayken aile, okul, toplum üçgeni el ele veriyor ve onu melek tabiatından şeytanları bile utandıracak bir duruma getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. El-hak muvaffak da oluyorlar. Kur-an’da “Belhüm-Adal” diye bir tabir vardır. Mânâsı hayvandan daha aşağı demektir. İşte günümüz insanının istisnalar dışındaki genel görünümü ne yazık ki budur. Ceza kanununda bazı maddeler vardır. Bir insana hayvan demek hakaret sayılır ve dava konusudur. Ama günümüzde öyle insanlar var ki, onlara hayvan demek, değil hakaret, onlara hak etmedikleri bir iltifatta bulunmak demek olur. Ama şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, yine de insan zekâsı her güçlüğün üstesinden gelebilir. Her zorluğun üstüne çıkabilir. Önemli olan gereken tedbirleri almak, içinde bulunduğumuz durumun muhakemesini yapıp, bunun çarelerini aramaktır.
Vaktiyle eski Yunan’da bir hikâye anlatılırdı. Yüzyıllar boyu kültürlü çevrelerde insanları aydınlattı, onlara yol gösterdi. Bir gün, saray ile yakınlığı olan genç bir adam ağır bir suç işler. Zamanın hükümdarı fevkalâde öfkelenir ve onu ölüme mahkûm eder. O gencin yakınları hükümdara giderler ve gencin idam edilmemesi için ricada bulunurlar. Bunların içinde hükümdarın sözünden çıkamayacağı itibarlı kimseler de vardır. Sonunda; “Peki! Bir şartla o gence hayat hakkı tanıyorum. Omzuna ağzına kadar zeytinyağı ile dolu bir fıçı alacak ve onu hiç akıtmadan şehrin ana caddesinde bir uçtan bir uca götürecek. Başarılı olursa ölümden kurtulacak. Aksi hâlde, bir damla dahi dökerse idam edilecek.” der. Haber derhal çevrede yayılır. O gün halk, ana caddenin iki tarafında toplanır. Bir maç seyreder gibi merakla sonucu beklemektedirler. Gencin omzuna yağ dolu fıçı konur ve “yürümeye başla” komutu verilir. O kadar dikkâtli, o kadar itina ile yürümektedir ki, bir damla dökmeden yolun sonuna gelir. Hayatı kurtulur. Halk alkışlarla genç adamı bağırlarına basarlar. Birisi dayanamaz sorar. “Peki! Kardeşim, hepsi iyi hoş da, o yol boyunca önünde dans eden çıplak dansözlere hiç mi gözün takılmadı, hiç mi dengeni bozmadın, bunun sırrı nedir?” Genç adam hayretle, şaşkınlıkla iki yanına bakar ve “Siz ne diyorsunuz, yolda çıplak dansözler mi vardı? Ben hiçbirini görmedim, farkında bile değilim” diye cevap verir.
Sanırım işin en hassas, en ince noktası burada. Hayatımızı o kadar dikkâtli, o kadar uyanık, öyle saygı, edep içinde yaşayalım ki, hep aklımız, fikrimiz, ruhumuz, niyetimiz iyilikler, güzellikler, temiz, asil, büyük ve yüce olanlar ile dolsun. O zaman göreceğiz ki, çevremizdeki güzellikleri, incelikleri fark edecek, çirkinliklere, kabalıklara, kötülüklere kapılarımız ardına kadar kapalı olacaktır.
Andre Gide’in hikâyesi ne kadar güzeldir. İki mahkûm hapishanenin penceresinden bakıyorlarmış. Gece uyuyamamışlar. Serinlemek için pencerenin önüne gitmişler. Biri eğilmiş yere bakmış ve “Allah kahretsin, ne iğrenç bir gece, yerler vıcık vıcık çamur” demiş. İkinci mahkûm başını gökyüzüne kaldırmış. “Allah’ım sana şükürler olsun, ne muhteşem bir gece, gökte yıldızlar pırıl pırıl” demiş.
Efendim, hayat her zaman böyledir. Güzellikler ve çirkinlikler, iyilikler ve kötülükler, artılar ve eksiler hep beraber giderler. Önemli olan hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında alınan tavırdır. Radyomuzu çalıştırmak için aldığımız pilin bir artı bir eksi ucu vardır. Pilin iki ucu artı veya iki ucu da eksi olsa, radyo çalışmaz. Hayatta her şey zıttı ile bilinir. Önemli olan, hayatın her ânında seçimlerimizi müspet olarak yapabilmek. Biri yerde bir kutu kibrit görür, alır. Kutuyu açar ve öfkeyle küfrederek kibriti yere fırlatır. Yüzünü buruşturarak “Eksik olsun yarısı boş” der. Öbür arkadaşı eğilir kutuyu alır, açar ve “Allah’ım sana şükürler olsun, durup dururken yarım kutu kibritim oldu. Kısmet olursa, ben bununla kaç kere çay kaynatırım” der.
Hayat böyle. Ne artılarla dolu, ne eksilerle, ne tamamen güzelliklerle dolu, ne tamamen çirkinliklerle. Mesele, her zaman, her yerde doğru seçimi yapıp, iyiden, doğrudan, güzelden yana olabilmekte. Yapabilenlere ne mutlu. Allah cümlemize nasip etsin.
|