subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Dikkâtin Sırrı

Genel olarak sohbetlerde çok sorulan bir husus var. “Efen­dim,” diyorlar. “Biz namaz kılarken konsantre olmak istiyoruz. Aşk ile, vecd ile kendimizi namaza vermek istiyoruz. Fakat ol­muyor. Aklımıza olur olmaz şeyler geliyor. Gönlümüzden hoş olmayan şeyler geçiyor. Daralıyoruz, bunalıyoruz fakat ne yapa­cağımızı da bilemiyoruz. Bu soruyu çeşitli kimselere sorduk. Çeşitli kitaplar okuduk. İstediğimiz gibi aydınlanamadık. Tatmin olamadık. Bu konuda bize ne tavsiye edersiniz? Ne yapalım, ne edelim de bu durumdan kurtulalım, şöyle istediğimiz gibi şevkle, heyecanla bir namaz kılalım?”


Efendim, bu sorunun cevabı da biraz uzun olacak. Kusura bakmayın. Çünkü tek kelimelik, tek cümlelik buyruklarla sorunu çözümlemek mümkün değil. Olay, hayatın tümüne bakışla, varoluşun amacını bulmakla, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmekle ilgili. Hayatta tesâdüf diye bir şey yok. Tesâdüf ki, ona şimdi gençler rastlantı diyorlar, sadece lügatta olan bir kelime. Hepimiz dünyaya belli bir amaçla gönderildik. Hepimiz her an daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmekle yüküm­lüyüz. Bu dünya; yeme içme, giyinme kuşanma, eğlence, zevk sefa dünyası değil. Her an, hepimiz bir sınav içindeyiz. Peki bu sınav ne zaman bitecek? Cevabımız, hiç bitmeyecek olacak. Son nefese kadar devam edecek. Önemli olan varoluşun ger­çek maksadını sezip, ona göre yaşayabilmekte. Yememizi iç­memizi, giyinip kuşanmamızı, çalışmamızı, konuşmalarımızı, duygu ve düşüncelerimizi hep o amaca göre şekillendirmek durumundayız. Unutmayalım ki, bu dünya dayanma pazarıdır, darılma değil. Olaylar karşısında küsmek, gücenmek, darılmak, kırılmak kolay. Ama önemli olan, düştüğümüz yerden kalkıp savaşa devam etmek. Mücadeleyi bırakmamak. Mücadeleyi bıraktığımız anda biz de biteriz. Bunun için tıpkı bir savaş mey­danında gibi her an çok dikkâtli, çok uyanık, çok tedbirli, basi­retli, idrâkli olmak durumundayız. Mücadeleden yılıp kendimizi bıraktığımız anda, düşüp de kalkamadığımız zamanda, iyi bile­lim ki kimse bize acımaz. Sevgi ve şefkât gösterip, dostluk elini uzatmaz. İnsanın kendini zayıf hissedip hiç olmazsa dost bildik­lerinden bir yakınlık, bir sıcaklık beklerken, birden karşı tarafın soğukluğu, vurdumduymazlığıyla karşılaşırız. Sanki o insanlar, her halleriyle, “Benim derdim bana yeter, bir de sen dert katma bülbül” demektedirler. Bakışlarından, duruşlarından, tavırların­dan, “Kardeşim senden bana ne, bir de seninle mi uğraşaca­ğım,” demektedirler. Rahmetli Hocam Dr. Münir Derman, “Şim­diki zamanda insanın hakiki dostu, Allah’la aynı sayıdadır.” der­di. En fazla sevgiye, şefkâte, dostluğa ihtiyaç duyduğumuz anda göreceğimiz manzara, bundan başkası değildir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum ne güzel anlatılıyor; “İnananlar için Allah yeter.” buyuruluyor. Duvara dayanma yıkılır, ağaca dayanma kurur. Allah’a dayanan ne yıkılır, ne kurur, ne ölür. Gerçek Allah sevgisi odur ki, en müşkül, en karanlık durumlarda bile, O’ndan ümit kesilmez. Önemli olan, olaylar karşısında yıkılmamak, işi duygusal plâna döküp arabesk havalara girmemektir. Hep dolmuşlarda işitiriz. Ölürsem kabrime gelme istemem, mezarımı taştan oyun, batsın bu dünya kabilinden saçmalıklara sığınmak, gafletlerin en büyüğü değil midir? Bu durumlardan kesinlikle uzaklaşmak gerekir. İnsanın kendisine yapacağı en büyük kötü­lük, duygusu ile düşüncesi arasına fesat sokmaktır. Buna hiç­birimizin hakkı yok.


Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Kur’an-ı Kerim’de; “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır” buyuruluyor. Allah ve Peygamber aşkıyla dolu, inanan insanlar için, her yer, her zerre renkle, ışıkla, bin bir güzellikle doludur. Yunus Emre bu durumu ne güzel anlatır. “Bu dünya bir gelindir, pembe yeşil giyinmiş, kişi yeni geline bakıbanı doyamaz.” Önemli olan nefsin esaretinden kurtulup, her yere, her insana, her duruma Muhammedî bir aşkla baka­bilmektir. Yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, nakışta nakkaşı görerek, hayretle, heyecanla, ürper­tiyle, Muhammedî bir aşkla kucaklayabilmektir. “Sevmek de­vâm eden en güzel huyum” diyenler, “Seviyoruz, seviliyo­ruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilenler, ne güzel, ne mesut insanlardır. Hayret makâmı ne güzel, ne yüce bir makamdır. Büyük Yunus bunu inanılmaz bir güzellikle anlatır ve “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. Hayatta, her olaya, her duruma, her zerreye, öylesine bir edep, saygı, dikkât ve ürper­tiyle bakanlar, daha bu dünyada iken cennet güzelliklerini ya­şayan, bahtiyar insanlardır. İşte her konuda aynı hassasiyeti, aynı edebi, aynı dikkâti gösteren insanlar, namaz kılarken de sonsuz bir huşû, sonsuz bir aşk içinde olurlar. Namazı, namaz­daki anlarımızı, hayatımızın diğer bölümlerinden soyutlayama­yız. Aklı fikri parada, malda, mevki, makam ve şöhrette olanlar, günlerini havai düşünceler içinde, nefisleriyle baş başa geçiren insanlar, namazda geçen zamanları diğer yaşantılarından so­yutlayamazlar ki.


Hayat bütün alanlarıyla bir bütündür, bir kompozisyondur. Hayatımızın bir ânını diğer anlardan soyutlayamayız. Buna gü­cümüz yetmez. Benim gücüm yeter diyenler, hayatı ve insanları hiç tanımamış, ezbere konuşan kimselerdir. İftar sofrasındaki çorbasını, saygıyla, edeple, şükürle içemeyen bir kimse, na­mazda da konsantre olamaz.


Yıllar önce, bir Japon estetikçisinin bir tablo nasıl seyredilir diye bir yazısını okumuştum. O zat, önce diyor, gidin güzelce yıkanın. Öyle dikkatle, öyle hassasiyetle yıkanın ki, sadece vücudunuz değil, kafanızın içi de arınsın, temizlensin, güzel­leşsin. Giyindikten sonra dualarla evden çıkın. O tabloyu gör­meye gidene kadar mümkünse kimseyle konuşmayın. Serginin kapısından yine dualarla girin. Ve tablonun önünde, sonsuz bir dikkat, edep, saygı ile, zamanın en büyük hükümdarının önün­de durur gibi durun. Sâde gözlerinizle değil, vücudunuzun bütün hücreleriyle o tablodaki güzelliği algılamaya çalışın. Uzun uzun bakıp, o ihtişamı özümledikten sonra, oradan edeple, saygıyla, huşû ile ayrılın.


Bırakın o yaşadığınız güzellik, beyninizin, gönlünüzün, bütün hücrelerine nüfuz etsin. Artık o günden sonra, o güzellik sizden bir parça olsun. Sizinle beraber mezara kadar gitsin. Bir insanın evlâdına vereceği en güzel haslet, onun dikkâtli bir insan olarak yetişmesine yardımcı olmaktır. Dikkât her şeydir, hayatın ta kendisidir. Ama bu dikkât, belli olaylara, belli durumlara mün­hasır kalmamalı. A’dan Z’ye hayatın tümünü kapsamalıdır. İn­sanların deha dedikleri husus, dikkâtten başka bir şey değildir. Japon dilinde, küçük, basit, önemsiz, sıradan, alelâde kelimeleri yoktur. Onların nazarında her şey önemlidir. İnsan bir ayakkabı boyarken de, bir yumurta pişirirken de, tıpkı Nasa üssündeki, uzaya araç gönderen bir görevli kadar hassas, dikkatli ve uya­nık olmak zorundadır. Güzellik insanın yaptığında değil, onu nasıl bir ruh hali içinde yapmasındadır. Bundan birkaç yıl önce televizyonda Yamamato isimli bir terzi ile yapılan bir röportajı izlemiştim. Bir ceket provası yapılıyordu. Yamamato, o anda akıl almaz bir aşk, vecd, dikkât ve heyecan içindeydi. Sanki o anda, bütün mevcudatın, bütün varoluşun sırrı, o bir ceketin provasında temerküz etmişti. Sonra Yamamato’yu bir kumaşı keserken, bir fotoğraf çekerken, giyinirken, sokakta yürürken, yemeğini yerken gösterdiler. Ürperdim. Gözlerim doldu. Hayatın her ânında, akıl almaz bir dikkat, ciddiyet, saygı ve estetik duygu içinde idi. Sanki her hâliyle, işte hayat böyle yaşanır, diyordu.


Bilmem anlatabildim mi? Olay bir öğüt, bir emir meselesi değil. Bir dünya görüşüdür. Bir hayat anlayışıdır, bir davranış tarzıdır. Zerrede bütünü görebilmededir. Allah bunu cümlemize, bütün insan kardeşlerimize nasibetsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]