subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Hayatın Bütünlüğü

Çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilen, gösterilen, aşıla­nan yanlış fikirlerle hayatı mütemadiyen bölüyor, parçalıyoruz. Bu madde, bu mânâ, bu dünya, bu ahiret, bu ruh, bu vücut, bu bekârlık, bu evlilik, bu gençlik, bu ihtiyarlık, bu resmî iş, bu özel iş... Bu ikilem sonsuza kadar uzayıp gidiyor. Ve hepimiz bundan çok şey kaybediyoruz. İnsan hayatının, doğduğu andan son nefesini verdiği âna kadar bir bütün olduğunu göremiyor, seze­miyor, hissedemiyoruz. Ve hepimiz bundan çok, ama çok şey kaybediyoruz. Her gün işitiriz; “Efendim, benim özel hayatım başka, resmî işim başka.” Ah kardeşim, sen hayatı peynir diler gibi diliyorsun. Acaba özel hayatı kirli olan, şaibeli olan, çirkin olan bir insanın resmî hayatının temiz, güzel, pırıl pırıl olmasına imkân var mı? Ne sanıyoruz? Hayat her ânıyla, her köşesiyle bir bütün, bir kompozisyon. Aynı durum dünya, ahiret için de söz konusu. Dünya hayatının türlü pisliklerle dolu olması halinde, ahiretin pırıl pırıl geçeceğini ummak biraz safdillik olmaz mı? Bir çiftçi toprağa ne ekerse onu biçer. Neden acaba bunu gör­mezlikten geliyoruz? Toplumun bazı kesimlerinde çok yanlış bir düşünce var. Efendim diyorlar, o bekar. Biraz gençliğini yaşa­sın, sonra evlenince düzelir. Düzelmez efendim. Bunlar ve bu­nun gibi daha nice yanlış görüşler, saçma sapan düşünceler insanı, hayatı, varoluşu anlamamaktan doğan birtakım ön yar­gılar. Daima göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur: Hayatın en küçük hareketleri bile geleceği yapar veya yıkar. Her yanlış hareket hayatta faturası ödetilecek bir durumdur.


Bundan kırk yıl önce idi. O zaman emekli olan bir öğretmen hanımefendi anlatmıştı. Bundan diyor, otuz yıl önceydi. Öğret­men Okulunu bitirmiş, mesleğe ilk adımımı atmıştım. Bir okulda öğretmendim. Bir gün ders bitmiş, teneffüs zili çalmış, çayımı içmek için öğretmenler odasına gidiyordum. Oturdum. Biraz sonra bir hademe geldi. Efendim, dedi. Vaktiniz müsaitse müdür bey sizi bir dakika rica ediyor. O zaman gençtim, güzeldim, yeni öğretmen olmuştum. Gaflet, delâlet içinde, kendimi bir şey sanı­yordum. Kendimi ömür boyu affedemeyeceğim bir terbiyesizlik yaptım. Ben gelemem, dedim. Ne söyleyecekse gelsin burada söylesin. Biraz sonra müdür bey geldi. Emekliliğine çok az bir zaman kalmıştı. Biraz beli bükülmüş, biraz kamburu çıkmıştı. Geldi, saygıyla selâm verdi. Affedersiniz kızım, dedi. Sizi ra­hatsız ettim. Ders çizelgelerini hazırlıyordum. Müsait gününüzü tespit etmek istemiştim. Lütfedip söylerseniz memnun olurum. Ben yine aynı kabalıkla, “falanca gün,” dedim. Müdür bey gitti. Ve aradan otuz yıl geçti. Bu sefer benim emekliliğim yaklaş­mıştı. Keçiören’de bir okulda öğretmendim. O zamanlar okullar sobalıydı. Derse girdim, sınıf buz gibi, soba yanmıyor. Çocuklar titriyorlar. Canım sıkıldı. Hemen mümessili çağırdım. Hademeyi görmesini, sobayı yakmasını istedim. Biraz sonra mümessil sınıfa girdi. Öğretmenim, dedi, hademe gelmiyor. Kocaman ka­dın, otursun sobayı kendi yaksın, diyor. Şoke olmuştum. Şa­şırdım, başka bir öğrenciyi gönderdim. Aynı cevabı vermişti. Moralim bozuldu. Bu sefer kalktım kendim gittim. Hademe otur­muş, sigarasını içiyordu. Beni görünce asabi bir ses tonuyla, “İkide birde niye haber gönderiyorsun, otur sobanı yak,” dedi. Birden boşanıverdim. Emekliliğime üç gün kala talebelerimin önünde rezil olmuştum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Müdür bey geldi. Efendim, dedi. Siz lütfen eve gidin. Bu ruh hali içinde ders yapılmaz. İstirahat buyurun. Ben öğrencileri evlerine gönderirim. Eve gittim. Bir süre daha ağladım. Sonra gittim, abdest aldım, namaz kıldım. Ve Allah’ım dedim. Bu ne haldir? Bunun sebebi hikmeti nedir? Tespihimi çekerken, birden aklıma otuz yıl önceki yaptığım hareket geldi. Utandım, yüzüm kızardı. Ve ellerimi açarak, önce Allah’tan, sonra Peygamber’den, sonra da Rah­met-i Rahman’a kavuşan müdür beyin ruhundan özür diledim. Sonra ertesi gün okula gittim. Okula yüz metre kala, dün beni talebelerimin önünde mahcup duruma düşüren hademeyi sük­lüm püklüm beni beklerken gördüm. Beni görünce birden koştu, “Hocam,” dedi. “Beni affedin. Dün çok büyük bir terbiyesizlik yaptım. O kadar üzüldüm ki gece sabaha kadar uyuyamadım. Müsaade ederseniz, elinizi öpmek istiyorum. Müsaade etmez­seniz ayaklarınızı öpeceğim.” Aman Yâ Rabbi, bu, izahı müm­kün olmayan bir olaydı. Ben, müdür beyin ruhaniyetinden özür diliyordum, ertesi gün okulun hademesi benden.


Eskiden şuuraltı derlerdi. Şimdi bilinçaltı deniyor. Ne denirse densin. O öyle muhteşem bir depo ki, çocuk daha ana karnın­dayken o depo alımlara başlıyor. Ve bu son nefese kadar de­vam ediyor. İşittiğimiz, gördüğümüz, okuduğumuz, şahit oldu­ğumuz her şey orada yerini alıyor. Onun için değil midir ki, Peygamber Efendimiz, “Her kötülük kalbe siyah bir nokta getirir. Bir kötülük işlediğiniz zaman hemen arkasından bir hayır, bir güzellik işleyin ki o silinsin.” buyuruyor. Hayatta hiç kimse istese de, istemese de yaşamını peynir dilimler gibi bö­lümlere ayıramaz. Buna hiçbir insanın gücü yetmez. Bazı kim­seler ısrarla söylüyorlar. Efendim, o benim özel hayatım. Bana kimse karışamaz. Ve ben özel hayatımla resmî hayatımı birbi­rine karıştırmam. Ben gece istediğim eğlence yerlerinde geze­rim. İstediğim içkileri içerim. İstediğim safahatta bulunurum. Ertesi gün de kuzu kuzu işe giderim. Ben, otuz dokuz yıl hukuk mesleğinde bulundum. Danıştay üyeliğinden emekli oldum. Özel hayatıyla, resmî hayatını birbirinden ayırabilen kimse gör­medim. İstese de, istemese de yaşadığı birtakım çirkinlikler, pislikler onun meslek hayatında da yansımalar yapacak. Buna engel olacak kimseyi daha analar doğurmadı. Onun için bu mesnedi olmayan kuru gürültüleri şöyle kulağımızın arkasına atalım da, hayatımızın her ânını, “sanki son ânımızmış” gibi nezih, temiz, güzel, efendice, insanca, müslümanca yaşamaya çalışalım. Fransız Profesör Eva Hanım ki sonradan kendisi Müslüman oldu ve “Havva” ismini aldı. “İslam’ın Güler Yüzü” isimli harikulâde güzel bir eser de yazdı. Sayın profesör diyor ki; çay bardağına bir şeker koyup da karıştırmaya başladığınız zaman çıkan ses aynı anda uzaydaki bütün zerrelerden de duyulur. Hayat olayları akıl sır ermeyecek şekilde birbirine bağlı. Her şey her şeyi etkiliyor. Birtakım aslı olmayan düşüncelerle kuru iddialarda bulunmak, sadece o insanları zavallı durumuna düşürüyor. Elimizden geldiği kadar, gücümüzün yettiği kadar her söze, her harekete dikkat edelim. Kâinatın Efendisi, Yüce Resûlümüz, bu durumu bir Hadis-i Şerif’inde ne güzel özetliyor; “Ya hayır söyle, yahut sus.” Bir cümleden hatta bir kelimeden ne çıkar demeyelim. Onlar bazen bir yuvanın yıkılmasına se­bebiyet veriyor. Bazen bir dövüşe, hatta bir cinayete sebep oluyor. Bazen iki milleti savaşa götüren bir durum ortaya çıkıyor. Büyük Yunus ne güzel söylüyor;


“Söz ola kese savaşı,


Söz ola kestire başı,


Söz ola ağulu aşı


Yağ ile bal ide bir söz.”


Bir söz bazen bir insanı hasta yatağından kaldırabilir. Umut­suz bir durumda gözüken bir hasta, sevdiği insandan işiteceği güzel bir sözle, yepyeni, pırıl pırıl bir hayata kavuşabilir. Aynı şekilde alaycı bir dudak büküş, hakaret dolu bir ses tonu bir insanı ölüme götürebilir. İnsan ruhu o kadar hassas, o kadar ince ki. Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak, Hz. Musa’yı Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirir. Ve sonunda, “Ya Musa, Fira­vun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyurur. Bir de çok sevdiğim bir atasözü vardır. Sık sık tekrarlanır. “Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır.” derler. Peygamber Efendimizin o mübârek sözü hepimizin her an göz önünde bulundurmamız gereken sonsuz hikmetler, incelikler, güzellikler taşıyor. Ne olur, o bir Hadisi hayatımıza intikal ettirsek, iş hayatında, aile haya­tında, sosyal hayatta hep onun ışığında hareket edebilsek. İna­nın o bir Hadis, dünyamızı da, ahiretimizi de cennet etmeye, sayısız güzellikleri yaşamamıza imkân hazırlar. O Hadisin ya­şandığı aile hayatında, ne karı koca kavgası, ne gelin, görümce, kaynana ihtilâfı olur. O yuvada sadece sevgi, saygı, dayanışma ve yardımlaşma duygusu vardır. O Hadisin yaşandığı bir işyeri, insanların birbirini sevdiği, saydığı, birbirine şefkât ve yardım göstermek için bahane aradığı bir cennet köşesi olur. O Hadisin yaşandığı bir ülkede sadece sulh, sükûn, güzellik, ilerleme ve kalkınma olur. Ne olur insanı, hayatı, varoluşu anlamaya, algı­lamaya, özümlemeye elimizden geldiği kadar gayret etsek. Ha­yatımızın bir bölümüne değil, tümüne, her ânına sadece sevgi, saygı, şükür, sabır, sükûnet ve yardımlaşma hâkim olsa. Haya­tımız renkle dolsa, ışıkla dolsa. Ve biz de Yunus gibi, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diyebilsek.


Bütün iyilikler, güzellikler, mutluluklar sizinle beraber olsun. Allah’ın yardımı her ân üzerinizde olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]