subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Neden Doğru Düşünemiyoruz?

İlginç bir çağda yaşıyoruz. Önüne gelen konuşuyor. İri iri lakırdılar, yüksekten atmalar, küçük görmeler, alaylar ve daha nice nice saçmalıklar. Sanki pek çok insan saçmalama yarışına girmiş. Bu yarış bizi nereye götürür, neler kaybettirir ayrı mesele. Ne zaman bir saçmalıkla karşılaşsam, saygı dışı, edep dışı, incelik ve efendilik dışı bir durum görsem, aklıma Nakşi Hazretleri’nin sözü gelir;


“Eller yahşi, biz yaman,


Eller buğday, biz saman.”


Senelerce, senelerce evveldi. Küçücük bir çocuktum. Bir gün anneme döndüm; “Bana bir masal anlatır mısın?” dedim. Annem anlattı. O gün bugündür hâlâ o masalı düşünürüm. Vakti zamanında bir genç, bir kıza âşık olur. Yanar, tutuşur. Karar verir. Kıza gidip aşkını söyleyecek, ona evlenme teklif edecektir. Gider kapıyı çalar. Kız içeriden; “Kim o?” der. Genç cevap verir; “Benim, ben.” Kapı açılmaz. Genç çok üzülür, geri döner. Gün­lerce ıstırap içinde kalır. Sonra bütün cesaretini toplar, gider kapıyı bir kere daha çalar. İçerideki ses; “Kim o?” der. “Benim.” cevabını alınca kapı gene açılmaz. Genç büsbütün ümitsizliğe kapılır. İntihar etmeye karar verir. Niyetini bir arkadaşına anlatır. “Madem ki sevdiğim insanla bir arada olamayacağım, yaşa­manın ne anlamı kaldı.” der. Arkadaşı cevaben, “Gel,” der. “Gi­delim. Bizim mahallede evliyâdan bir zat var. Ona soralım, ba­kalım ne diyecek.” Giderler. O zat gelenleri dinler ve “Kapı tabi açılmaz. Ne zaman ki, ‘Sen’ diyeceksin, kapı sonuna kadar açı­lacak. Şimdi gidin, şansınızı deneyin.” der. Genç kapıyı çalar. Kız, “Kim o?” der. “Sensin, hep sen, önce sen, sonra sen” cevabını alır, kapıyı açar ve gence “Hoşgeldin” der. “Ben de seni bekliyordum.” Evlenirler, çocukları olur, başbaşa bir ömrün güzelliklerini yaşarlar.


İnsanların yediden yetmişe “Ben” dediği, “Benim” dediği toplumlarda, ne huzur olur, ne mutluluk olur, ne de güzel, ve­rimli, faydalı bir çalışma. Sadece insanlar itişirler, sürtüşürler, birbirlerine hasım olurlar. Kırk yıl önceydi. Bir sohbette dinle­miştim. Bir veli zat, “Aman,” dermiş. “Ben demeyin. Bu, şeytana mahsus bir sıfattır.” Bir gün nasılsa sohbet sırasında ağzından “Ben” kelimesi çıkıyor. Hemen lavaboya gidiyor. Ağzını kırk kere yıkıyor. Soruyorlar; “Efendim, bu nasıl bir hâldir?” diyorlar. “Niye şaşırdınız?” diyor. “Bir kaba necaset bulaşınca kırk kere yıkan­maz mı? Ben de aynı şeyi yaptım.”


Bu kavgalar, dövüşmeler, sonu gelmeyen tartışmalar, çekiş­meler bir şeyden kaynaklanıyor. Sağlam düşünemiyoruz. Çürük temel üzerine kurulan binalar nasıl bir süre sonra yıkılmaya mahkûmsa, doğru düşünememekten de negatif sonuçların çık­ması kaçınılmaz bir sonuç oluyor. Dikkât edin, yazışmalar, konuşmalar, görüşmeler sonunda bir çıkmaza giriyorsa, orada muhakkak ön yargılar vardır. Ön yargılar, bizi gerçeği görmek­ten uzaklaştıran, dolayısıyla gerçekle aramıza aşılmaz mesa­feler koyan en büyük engeldir. Ön yargıyla hareket eden iki insanın anlaşmasına, dirlik, düzenlik ve huzur içinde yaşa­masına imkân ve ihtimal yoktur. Onun için günümüzde hukukî ihtilâflar, boşanma davaları çığ gibi büyüyor, artıyor. Bu iş fertler arasında kalmakla da bitmiyor, milletlerarasına da sirayet edi­yor. Bir kimse peşin hükümlerinden kurtulmadıkça, iyiye, güzele ve doğruya istese de ulaşamaz. Yıllarca önce rahmetli annemin masalında olduğu gibi, insan “ben” dediği sürece, kendi ön yar­gılarını ortaya koyduğu sürece, insanca, medenice, efendice bir hayat yaşamak bir hayal olur. Mısri Niyazi ne güzel söylemiş;


“Ben sanırdım halk içinde hiç bana yâr kalmamış,


Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyar kalmamış.”


Hayatta insanoğlunun karşılaşacağı en büyük düşman, yine kendi ben’i, kendi nefsi, kendi egosu olmuyor mu? Sevgi, saygı, hoşgörü, anlaşmak, kaynaşmak, bir ve beraber olmak, önce nefislerimizden uzaklaşmakla, egomuzu bir yana bırakmakla başlamıyor mu? Mutfak sanatından tutun, resim sanatına kadar, ticaretten tutun, uluslararası ilişkilere kadar hayatın bütün olay­ları, hep ben’i arkaya itmekle, egodan sıyrılmakla başlamıyor mu? ÇinIilerin bir atasözü vardır: “Güler yüzlü olmayan dük­kân açmasın” derler. Çatık kaşlı, asık suratlı, hep ben bilirim diyen bir bakkaldan, siz gidip alışveriş yapar mısınız? Onu, içi sevgi dolu, saygı dolu, edep, incelik dolu, elinden geldiği kadar temiz ve ucuz mal satan bir kimseye tercih eder misiniz? Tarihin yazdığı büyük liderlerin hayatlarını inceleyecek olursak, görürüz ki onlar hep egolarını arka plâna atan, güzellikleri paylaşan, değerli kimselerdir. İskender dünyayı fethe çıkmış, Hindistan’a girmişti. Halk kaçarlarken, İskender’in geri dönmesi için su kuyularını doldurmuşlardı. Ordu susuzluktan kırılıyordu. Sıcak bir yaz günü, bir asker İskender’in çadırına yaklaşıyor, mata­rasını uzatıyor ve “Efendim,” diyor. “Ben sizi çok seviyorum. Suyumu içmedim. Sizin için sakladım. Buyurun afiyetle için.” Bütün ordunun gözü İskender’in elindeki mataradadır. Susuz­luktan kurumuş dudaklarıyla olayı seyretmekteler. İskender ağır ağır matarayı kaldırıyor ve “Askerim susuzluktan kırılırken, ben nasıl su içebilirim?” diyor ve son damlasına kadar suyu yere döküyor. Onun üzerine askere büyük bir heyecan geliyor, güç geliyor. Hayatın özeti budur. Ben, ben diyen aldanır, yanılır, kaybeder. Sen diyenler kazanırlar.


Bizim fakülte yıllarımızda Şair Özdemir Asaf’ın bir kitabı çıkmıştı. Aradan yarım asır geçti unutamadım. Kitabın ismi, “Sen, Sen, Sen” idi. Sen kelimesi alt alta üç kez yazılmıştı. Sanırım rahmetli şairin en güzel kitabı idi. Hayat ben deni­lemeyecek kadar kısa, iç içe olaylarla dolu, çetin bir sınavdır. Bu sınavdan başarılı çıkmanın yolu ben değil, sen demektir. Bizi doğru düşünmekten alıkoyan nedenlerden biri de, çıkarları­mızın, menfaatlerimizin, hasis düşüncelerimizin kölesi olmaktır. Mânevi değerlerden uzaklaşan, maddeyi ön plâna çıkaran, hayatın tümünü, dünya hayatının kısacık boyutlarına irca eden, küçük ruhlu insanlar her meselede kendi hesaplarını düşü­nürler. Vatan, millet, namus, şeref, haysiyet onlar için önemli değildir. Ön plânda varolan onların çıkarları, küçük hesaplarıdır. Minicik çıkarları uğruna her şeyi arka plâna itebilir, çiğneye­bilirler. Yeter ki onların hırs dolu, ihtiras dolu iç dünyaları tatmin olsun. Vatan aşkı, bayrak aşkı, ecdâdın yadigârına, şehidin kanına saygı onlar için hiç önemli değildir. Bu şekilde o tür kimseler her türlü küçüklüğü göze alırlar, verilmeyecek tavizleri verirler, mânevi değerlere en büyük ihâneti yaparlar.


Dediğim dedik diyenler, ben bildiğimden şaşmam diyenler, yalan yanlış bildiklerini put haline getirenler de hiçbir zaman gerçeğe, iyiye ve güzele ulaşamazlar. İnsanoğlu hayatının bir döneminde yanılabilir, hata edebilir, yanlış işler yapabilir. Aslolan; iyi ve güzel olan, gerçek olan kendilerine gösterildiği zaman saygıyla, edeple, yürek hoşluğu ile onu kabullenebil­mektir.


Tarihin bütün devirlerinde bu tipleri görüyoruz. Doğruya so­nuna kadar direnen, güzeli görmek istemeyen, gerçeği benim­semeyen nice insanlar gelip geçti. Bugün de öyle. Hiç şüphe yok ki yarın da öyle olacaktır. Hakikat aşkı insanoğlunun hayatı boyunca ulaştığı ve ulaşacağı en güzel boyuttur. Hatadan dön­mek fazilettir. Bir güzelliktir. Ancak gırtlaklarına kadar benlik dolu, nefsaniyet dolu insanlar, gerçekleri gördükleri halde, ken­dilerine gösterildiği halde yine de direnirler, hayır derler, kabul etmezler. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim’de ne güzel buyuruluyor; “Söyle, de ki, ben inanmam sizin inandıklarınıza. Siz de inanmazsınız benim inandıklarıma. Benim inancım bana, sizin inancınız size.”


Doğruyu, gerçeği, güzeli gördükleri zaman nefsin dar sınır­larının dışına çıkıp, onları en iyi, en temiz, en güzel duygularla kabul edebilenlere ne mutlu. Allah onlardan razı olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]