subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

“Sevmek Devâm Eden En Güzel Huyum”

İnsanın rûhi terbiyesinde güzel sanatların yeri öteden beri söz konusu olmuş, tartışılmıştır. Dedelerimiz bunun önemini bizden daha iyi kavramışlardır. O devirde mânevi hayatın gelişiminde, bilgi yanında duygu eğitimine de önem veriliyordu. Duyguları gelişmemiş, eğitilmemiş bir insan ne kadar da bilgili olsa, ona yine de tekâmül etmiş bir insan gözü ile bakılmıyordu. Güzel sanatların, insanın yetişmesinde, olgunlaşmasında, belli bir düzeye gelmesinde ne kadar önemli bir rolü olduğunu anla­mak için, şöyle bir etrafımıza bakmak yeter. İnsanların trafikteki davranışlarından tutun da, sokakta yürümelerine kadar, çarşı pazarda alışveriş etmelerine kadar, kabalık, hoyratlık, saygı­sızlık, incelik ve zarâfetten uzaklık ön plândaysa, bunun bir izâhı olmak gerekir.


Senelerce, senelerce evveldi. Dört yaşımda bir çocuktum. Rahmetli annem; “Oğlum, bakkal Hacı Efendi’ye git. Bir kibrit al, gel.” dedi. Gittim kibriti istedim. Bakkal Hacı Efendi; “Verme­yeceğim.” dedi. Sebebini sordum. “Sen,” dedi. “Dükkândan içeri girerken selâm vermedin. Selâmı olmayana kibrit de yok.” dedi. Utandım. Mahcup oldum. Özür diledim. Bakkal Hacı Efendi, “Şimdi git.” dedi. “Biraz dolaş gel. Dükkândan girerken de selâm ver. Sonra ne istiyorsan söyle.” Dediklerini yaptım. Selâm vere­rek girdim. Hacı Efendi kibriti uzattı. Kibritin yanında bir de çiko­lata vardı. Bakkal Hacı Efendi sıradan bir kimse değildi. Bütün mahallelinin sevdiği, saygı duyduğu, muhterem bir insandı. Dört yaşımdayken ömür boyu unutamayacağım bir dersi bana ver­mişti. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. O kadar temiz, intizamlı bir bakkal dükkânı bir daha görmedim. Ve o mübârek insan, neme gerek kardeşim, ben ticaretime bakarım, dememiş, mahallesindeki dört yaşındaki bir çocuğa, -hem de onu incit­meyecek bir şekilde- ömür boyu unutamayacağı bir ders ver­mişti.


Çocukluk günlerimi hatırlıyorum. Bir kere Hacı Efendi’de tozlu, kirli bir giysi, dükkânında dağınık bir köşe görmemiştim. Yunus Emre bir şiirinde;


“Söz ola, kese savaşı,


Söz ola kestire başı,”


der. Bir sözle bazen bir insan gönlü ebediyen kırılabilir. Bazen bir insan intihardan döndürülebilir. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır sözü, ne kadar anlamlıdır. Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak Hz. Musa’yı, Firavun’u Hak yoluna davetle görevlendi­rirken, “Ya Musa, yumuşak ve tatlı söyle.” buyurur. Bu Ayet-i Kerime’yi sanırım hepimizin bir gün dahi aklımızdan çıkarma­mamız gerekir. Vaktiyle akıl hastaları Avrupa’da tekme tokatla, sopayla ıslah edilmeye çalışılırken, Darüşşifalarda, ecdâdımız onları müzikle, su sesiyle, güzel sohbetlerle terbiye ve tedavi ediyorlardı. Hayatta her insanın güzelliğe karşı iç dünyasında az buçuk bir özlem vardır. Önemli olan, ailede, okulda, toplumda bu güzellik duygusunu uyandırmaya çalışmaktır. Bir Hadis-i Şerif’te Resulullah Efendimiz; “Allah güzeldir, güzellikleri sever.” buyuruyor. Asr-ı Saadette, bir gün bir zat vefat eder. Defin sırasında Yüce Peygamberimiz eliyle işaret buyurarak, “Cenazenin yanındaki taşı alın.” der. Cemaatten bir kimse, “Efendim, o taşın ölen kimseye bir zararı mı olur?” diye sor­duğunda Peygamberimiz, “O taşın alınması ölen kimse için değil, burada bulunanlar içindir. Onların göz zevkinin, estetik duygusunun incinmemesi içindir.” der. Hayatta sadece doğru söz, doğru hareket yetmiyor. Aynı zamanda o doğruluğun, bir güzellik, bir incelik, bir zarâfet içinde yapılması da önemli. Bütün mânâ yolunun büyüklerini inceleyin. Hepsinde bu edebin, ince­liğin, nice örneklerini görürsünüz. Hepiniz bilirsiniz. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük çocuklar. Oyun oynuyorlar. Susayıp su içmek için çeşmeye gidiyorlar. Yaşlı bir zat abdest almaktadır. Bekliyorlar. İkisi de şunu müşahede ediyor. O yaşlı zat abdesti yanlış almaktadır. Mesele bu yanlışın ona duyurulmasında. Abdest bittikten sonra derler ki; “Efendim, biz abdest alma yarışı yapacağız. Lütfen siz hakem olun. Hangimizinki doğru bize söyleyin.” Yaşlı zat onların abdest alma şekline bakarak hatalı hareket ettiğini anlar ve çocuklara teşekkür eder. Bütün incelik burada. Yanlışı düzeltelim. Hatayı giderelim. Ama kafa yararak, göz çıkararak değil. Bunun gibi daha nice örnekler anlatabiliriz. Acaba Yunus Emre şiirlerini yazarken, anlatacağı fikirleri düz yazı yolu ile ifade etseydi, bu kadar etkili olabilir miydi? Bazen Yunus’un bir mısrada anlattığı bir gerçek, acaba yüzlerce say­falık bir kitapta bu kadar güzel verilebilir mi? Hoşgörü hakkında insanlar yüz binlerce yazı yazmışlar. Binlerce kitap çıkarmışlar. Ama onların hangisi; “Yaradılanı hoş gör, Yaradandan ötürü” mısraı kadar etkilidir? Çocukluğumdan beri Yunus’un, “Bir ben vardır bende, benden içeri”, “Geçme nâmert köprüsünden, ko apartsın su seni”, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” mısralarını okurum, tekrar okurum, doyamam. İnanı­yorum ki, güzellik kâinatın altın anahtarı. Onunla her kapı açı­lıyor. Onunla her müşkül hallediliyor. Onunla yaşamak her an daha ışıklı, daha renkli, daha şiir dolu oluyor. İşte o zaman insan, “Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden.” diyor. Onun için Yunus Emre; “Duruş kazan, ye yedir, bir gönül ele getir. Hepisinden iyisi, bir gönüle girmektir.” diyor.


Millet’nin “Sabah Duası” isimli tablosuna çocukluğumdan beri her gün bakarım. Daha doyamadım. Bazen ürperiyor, bazen heyecanlanıyor, bazen ağlıyorum. Sanki edep, incelik, güzellik, zarâfet o tabloda somutlaşmış, dile gelmiş. Beethoven, Dokuzuncu Senfoni’yi yazdığı zaman çok zor kaldıracağı maddi ve mânevi yükler altındaydı. Sağırdı. Karaciğeri hastaydı. Yapa­yalnızdı. Parasızdı. Ama o şartlar altında insanlık sevgisinin en güzel bestesini yaptı. “Birleşiniz insanlar, kardeş gibi olu­nuz.” diyordu. Güzel sanatlar bütün insanlığın ortak malı oluyor. Her çağda, her dilden, her mizaçtan, her görüşten bütün insan­ları bir ortak paydada topluyor. Geçen ay Amerika’da satılan bir dergide, en çok satılan kitapların listesi çıkmıştı. En başta Mevlâna’nın Mesnevi’si geliyordu. İçinde yaşadığı toplumun sorunlarından daralan, bunalan, sıkılan insanlar, bir pınara ko­şar gibi Mesnevi’ye koşuyorlardı. Çünkü Mevlâna, en katı, en sert gerçekleri bile, Allah aşkıyla, Peygamber aşkıyla yumu­şatıyor, tatlı, güzel, hoş bir hâle getiriyordu. Tehditle, korkut­mayla, yüksek sesle konuşmakla, bugüne kadar hiç kimse bir neticeye varamadı. Vardıklarını sananlar da sadece kendilerini aldattılar. Hele günümüzün insanını, bu yöntemlerle kazanmaya çalışmak, bir gafletten başka bir şey değil. İnsanlar, artık alev­den ateşten değil, su ve gülden hoşlanıyorlar. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde; “Gelme, gelme üstüme, bir şifâ ver­meyeceksen eğer.” der. Sevmek, saygı duymak, hoş görmek, affetmek, bağışlamak insanoğlunun tarih boyunca en güzel hasletleri olmuş. Ateşin üzerine benzinle gitmenin bir âlemi yok. Ateşi söndüren sudur. Beşeri münasebetlerde su; güzel sözdür, güzel harekettir, affetmek, barış elini uzatmak, sevmektir. Ne mutlu bu güzellikleri günlük hayatında uygulayabilenlere. Allah onlardan razı olsun. Bizleri de onların yoluna iletsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]