Gel Dosta Gidelim Gönül
Kalbin iki türlü ölümü var. Maddi ölüm ve mânevi ölüm. Bir mutasavvıf, bir gün, her şeyden habersiz bir insana dönerek; “Sen,” demiş. “Gözlerim var diye, gördüğünü mü sanıyorsun?” Bugün nice insanlar görüyoruz. Bir işte çalışıyorlar. Akşam geliyorlar. Yemeklerini yiyorlar. Sonra aptal kutusunun önüne oturup, “Kuduruk Semraları” seyrediyorlar. Şimdi buna hayat mı diyeceğiz? Böyle insanlara yaşıyor mu diyeceğiz? Hayat bu mu? Yaşamak bu mu? Biz bunun için mi dünyaya geldik? Her geçen gün, her geçen saat bir emânet. Biz bu emâneti, bu emânetin hesabını, yarın vakit saat gelince nasıl vereceğiz? Tasavvuf tarihinde okuyoruz. Nice mânevi büyükler, kendilerine bağlanmak isteyenlerin, önce kazançlarına bakarlarmış, helâl mi değil mi diye. Eğer haram varsa, o şahsı talebeliğe kabul etmezlermiş. Çünkü, kursağına haram rızk giren bir insanın, mânevi tekâmülü imkânsız hâle gelir. Biraz haram, yapılan bütün iyilikleri ve güzellikleri alır götürür. Hayat öylesine ince ipliklerle örülü bir doku ki, ince düşünülünce insanı ürpertiyor. Her şey birbirine bağlı. Minicik bir olayın arkasından yüzlerce hata, hile sökün edip geliyor. Zerre kadar iyilik, zerre kadar kötülük, karşılığını da getiriyor. Hani bir söz vardır: “Dede erik çalmış, torunun dişi kamaşmış” diye... Genlerle, nesiller önce yapılan bir hata, torunlara geçiyor. Hayatta, artı veya eksi, faturası ödenmeyen hiçbir şey yok.
Yıllarca önce bir televizyon konuşmasında, “Bir tebessüm bütün dünyayı dolaşır.” demiştim. İstanbul’dan bir psikolog hanım telefon etmiş; “Efendim,” demişti. “Bu sözü çok sevdim, çok beğendim. Müsaade ederseniz, ben de kullanabilir miyim?” Elli yıldır düşünüyorum. Konferanslarımda, sohbetlerimde tekrarlarım. Bir tek, “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadisini, insan aile hayatında, iş hayatında, meslek hayatında yaşayıp uygulayabilse, dünyası da, âhireti de cennet olur, mesut ve bahtiyar yaşar. Bir gün, çevresindeki insanlar da mutluluğu yaşarlar. Her şey öylesine birbirine bağlı ki, ilkokul birinci sınıfta, okuma kitabımızdaki bir söz beni hâlâ düşündürüyor, ürpertiyor: “Bir mıh, bir nal kaybettirir, bir nal bir atı kaybettirir, bir at bir orduya bir savaşı kaybettirir, bir savaş bazen vatanı kaybettirir.” Japon dilinde çok ilginçtir; “küçük, basit, önemsiz, lalettayin, alelâde” kelimeleri mevcut değil. Bir Japon turist, yaz tatilinde Fransa’ya gider. Orada, kendi branşıyla ilgili olarak gördüğü fabrikaları gezer. Bir fabrikada, bir işçinin tornavida ile vidayı çevirmesi dikkatini çeker. Makinesini çıkarır, o işçinin çalışmasını filme alır. Sonra bu filmi Tokyo’daki Bilimsel Araştırmalar Kurulu’na gönderir. Onlar bu işi günlerce etüt ederler. Çalışmalar yaparlar. Ortaya şu gerçek çıkar. Eğer vida, o Fransız işçinin yaptığı gibi çevrilirse, saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar bir zaman, tasarruf edilmektedir. Bu rakam, milyonlarca işçinin çalışmasıyla çarpıldığı zaman, ortaya müthiş bir rakam çıkmaktadır. Sonra Bilimsel Araştırmalar Kurumu tarafından bu durum, Japonya’daki bütün fabrikalara ve işyerlerine bildirilir. Hayatta hiçbir şey basit, sıradan, tesâdüfi değildir. Her şey o kadar ince ipliklerle birbirine bağlı ki, aslında dünyada bir tek tesâdüf var. O da lügatlardaki tesâdüf kelimesi. Yunus Emre; “Gören göz değil, gönüldür.” diyor ve ilâve ediyor; “Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi.” Kur’an-ı Kerim’de; “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” buyruluyor.
Newton’a gelinceye kadar, milyonlarca insan elma ağacının altına oturdu. Ve ağaçtan önlerine milyonlarca elma düştü. Hiçbiri oralı olmadı. “Eh,” dediler. “Elma ağacından elma düşer, armut düşecek değil.” Ama olay, Newton’un soran, inceleyen, araştıran bakışlarından kaçmadı. Tefekkür etti, üzerinde uzun uzun düşündü ve bu olay, yerçekimi kanununun bulunmasına neden oldu. Kur’an-ı Kerim’de insanlar, sürekli olarak düşünceye davet edilir. “Düşününüz, düşünenler için ibretler vardır. Düşünenler için hikmetler vardır.” diye nice Âyetler vardır. Hâl böyle iken biz toplum olarak âdeta düşünceden korkuyor, ondan kaçıyoruz. Orhan Veli bir şiirinde, “Düşünme, arzu et sâde. Bak böcekler de öyle yapıyor.” diyordu. İnsanoğlu düşünceden kaçmakla kendinden de, kendi özünden de kaçmış olmuyor mu? Bu suretle, kendi kendine ihânet etmiyor mu? Ne hazindir ki, bugün insanlar, tefekkür eden bir insanı gördükleri zaman, telâşla yanına yaklaşıyorlar, “Hayrola kardeş, ne oldu sana? Bir derdin mi var?” diyorlar. İnsanoğlunun en soylu yönü, en yüce yönü sanki bir hastalıkmış gibi görülüyor. Düşünceyi kaldırırsak, geride ne kalır? Görmesini bilen bir göz için, her gördüğü zerre, ona yeni ufuklar açabilir. Yeni fikirler ilham edebilir. Bir tasavvuf şairi, “Görmesini bilen insan için, işitmesini bilen insan için, hissetmesini bilen insan için, gördüğü her zerre onu Allah’a götüren bir Cebrail’dir.” diyor. Görülenler karşısında ürperebilmek, hayret edebilmek, hayran olabilmek, aşk duyabilmek, ne yüce bir duygudur. Yunus bir karıncaya bakar bakar da, ürperir ve “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” der. O ulu nazarla, insana, hayata, kâinata, edeple, saygıyla bakabilenler ne güzel insanlardır. Ancak onlardır ki, edep ile, hayâ ile, sabır, şükür ve kanâat ile yaşayanlar kalplerini ölümden kurtarabilirler. Bir insanın daha yaşarken, gözü görür, eli ayağı tutarken mâneviyattan uzaklaşması, kalbinin ölmesi ne kadar acı, ne kadar ıstırap verici bir olaydır. Hepimiz bu dünyaya bir görevle geldik. Hepimiz, son nefesimizi verinceye kadar, dâima daha iyiye, daha güzele gitmek zorundayız. Resulullah Efendimiz; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Güzellikler içinde yaşamak varken, daha bu dünyada iken hayatımızı cennete çevirmek varken, bu telâş, bu fıtratımızın aksine doğru gidiş nedendir? Bu kafayla, bu hâl ve gidişle, yarın soru hesap günü geldiği zaman hayatımızın hesabını nasıl vereceğiz? Hiç düşündük mü? Yunus bir şiirinde; “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz.” diyor. Ne olur son nefesimizi vermeden önce kendi kendimizi sorguya çeksek. Hiç olmazsa hayatımızın bundan sonraki kısmını, Kur’an’ın, Hadislerin ve Sünnet-i Seniyyenin ışığında yaşayabilsek. Yeryüzündeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün kâinatı, insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle ve cemadâtıyla kucaklayabilsek. “Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden.” diyebilsek. “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyebilsek. “Sevmek, devâm eden en güzel huyum.” diyebilsek.
Allah bu güzellikleri bizlere de, bütün kardeşlerimize de nasip etsin...
|