Yeni Bir Çağa Girerken
Allah nasip ederse, çok kısa bir süre sonra iki bin yılına giriyoruz. Artık bin dokuz yüzlü yıllar bitiyor. Her ne kadar bazı kimseler açısından, yirminci yüzyıl eşi bulunmaz bir meta gibi gösteriliyorsa da, acaba gerçek öyle mi? Objektif bir gözle yirminci asra bakacak olursak, misli görülmemiş rezilliklerin, alçaklıkların, sömürülerin bu çağda olduğunu görürüz. Mânevi değerlerin çöküşü, maddenin put haline getirilişi, hep bu çağın pislikleri arasında değil mi? Allah’ın neslin idamesi için insanlara verdiği cinsellik duygusu, hangi çağda bu kadar istismar edildi, ayaklar altında çiğnendi... Nice ocaklar söndürüldü. Para için, maddi çıkarlar için nice insanların hayatı ile, onuru ile oynandı. Para, tapılan bir put haline getirildi. Saraybosna’da on binlerce masum ve temiz kadın vahşi Sırplar tarafından tecavüze uğrarken, başta Papa cenapları olmak üzere, bu durumu protesto eden bir tek ses sözüm ona uygar batıdan yükseldi mi? Bu rezillikler tablosu, Rusların Çeçenlere saldırışı ile Şeyh Şamil’in torunlarını insafsızca katletmesiyle son bulurken, hâlâ sözüm ona bazı aydınların, bu çağa methiyeler düzmesi anlaşılacak gibi değil. Birini methedecekleri zaman, çağdaş insan diyorlar. Kötülemek istedikleri için çağ dışı tabirini kullanıyorlar. Takdir ettikleri bir durumda “çağa lâyık” sözcüklerini sıralıyorlar. Geçenlerde Cumhuriyet Gazetesinin kitap ekinde bir Fransız kadın romancının feryadını okudum. Ben diyordu, böyle rezil bir çağda yaşadığım için insanlık adına uygarlık adına utanç duyuyorum.
Gönül istiyor ki, girmekte olduğumuz yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarından itibaren, bu çirkinlikler, bu karanlıklar tablosu bitsin. Bu çağ, insana saygı duyulan, inanca saygı duyulan, emeğe saygı duyulan onurlu bir çağ olsun. Bu çağda insanlar dostça, kardeşçe, sevgi ile el ele tutuşsunlar ve Yunus gibi; “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” desinler. Sevmek devâm eden en güzel huyum desinler.
Kendi hesabıma düşündüm. Bir fert olarak neler yapmalıyım diye. Müsaadenizle aklıma gelenleri sıralıyorum. Önce tevâzu kapısından geçmek gerekiyor, mânevi tekâmül yolculuğuna çıkmak için. Tevâzudan yoksun insanlar, üç kitap okuduk diye kibirlerinden çalımlarından yanına yaklaşılmayanlar şunu iyi bilsinler ki, bu kafa ile hiçbir yere ulaşamaz onlar. Hindistan bağımsızlığının en büyük ismi Mahatma Gandi “Sabahleyin evden çıkarken kendimi ayakkabımın üzerindeki tozdan daha değerli hissedersem ağlayarak Allah’a sığınırım” diyor. Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir? Sonra teslimiyet geliyor. Yunus, “Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya” derken teslimiyeti ne güzel anlatır. Allah’a, Resulullah’a, Kur’an’a hudutsuz bir teslimiyet… Büyük, güzel, muhteşem bir teslimiyet. Yunus bir başka şiirinde ne güzel söylemiş:
“Kakımak olaydı ger
Muhammed de kakırdı
Vara yoğa kakırsın
Sen derviş olamazsın”
Mısrî Niyazi inanılmaz güzellikteki şiirinde, insanı Allah’tan ayıran en büyük perdenin nefs olduğunu, şöyle anlatıyor:
Ben sanırdım halk içinde hiç bana yâr kalmamış
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmamış
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Teffizname isimli şiirinde “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” diyerek, gerçeği ne güzel belirtiyor. Azize Anne’nin sohbetlerinde çok sık geçen bir söz vardır. “Çekil aradan, kalsın Yaradan” diye. Üzerinde düşünülürse, binlerce mânâ çiçeği açılır bu sözden.
Sonra şükür geliyor, sabır geliyor. Allah’ın kitabında “And olsun asra ki, bütün insanlar hüsrandadır. İnananlar, inançlarına göre yaşayanlar, birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler müstesna.” buyruluyor. Elindekine şükretmeyen, elindeki nimeti saygı ile edep ile karşılamayan, sabretmesini bilmeyen bir gün gelir ondan da olur. Çok, aza kanaat edilmezse elden gider. Velev ki, o günkü rızkımız bir kuru ekmek bile olsa, AIlah’ım verdiğin nimet için sana sonsuz şükürler olsun. Bizleri bu nimete lâyık et Yarabbi, diyebilmeliyiz.
Mevlâna, edep aklın dıştan görünüşüdür diyor. Hayat ve hayatın bütün olayları, ancak edeple güzelleşiyor, edeple bir anlam kazanıyor. Peygamberimize, din nedir diye sormuşlar, Resulullah Efendimiz “Din edeptir” buyurmuşlar. Hayatımızın, bütün safhalarında, gerek yalnız kaldığımız, gerek insanlarla beraber olduğumuz zamanlarda daima bir edep içinde olmamız gerekiyor. Edep, yalnız insanlar arası ilişkilerde değil, aynı zamanda insanın hayvanla, insanın bitkiyle, insanın eşya ile olan ilişkilerinde vazgeçilmez olan, sonsuz derecede önemli bir husus... İnsanın edepten nasibi yoksa, o insanın hayvandan ne farkı kalıyor? En büyük velilerin, aynı zamanda en edepli kimseler olduklarını unutmamak lâzım. Edep, hangi yaşta olursa olsun, insanın en güzel ziynetidir. Allah cümlemize nasip etsin. (Amin.)
Başkan Kennedy Teksas’da vurulduğu gün, cebinden o gün söyleyeceği nutuk çıkmıştı. Nutukta İshak Peygamberin bir sözü bulunuyordu. “Yol uzun, yük ağırdır. Bu yükle, bu yola katlanamazsınız. Yüklerden kurtulunuz.” Bu sözü binlerce defa okudum. Her okuyuşta beni ürpertti. Kurtulunması gereken bu yükler, acaba ne idi? Aklıma önce nefsimizin bize yükledikleri geldi. Sonra Resulullah Efendimizin Hadîsi Şerifini düşündüm. “Allah’ım faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” Pek çok insan, bugün hayatta hiçbir işe yaramayacak olan ıvır zıvırla kafalarını ve gönüllerini doldurmakta, sonra da sıkılıyoruz, bunalıyoruz diye feryat etmekteler. Sıkılırsın ya kardeşim. Evinin içini gösteriş olsun diye, tıklım tıklım eşya ile doldur. Bilgiçlik taslamak için kafanın içini, tıklım tıklım, saçma sapan, abuk sabuk şeylerle doldur, ondan sonra da strese girdim diye feryat et. Girersin ya. Mümkün olduğu kadar hayatımızı sadeleştirelim, basitleştirelim, uzaklaştıralım. İşe yarar bilgiler edinelim. Sonra da onları hayatımızda yaşayalım. Aslında uygulanmayan bilgi bir yükten, bir külfetten başka nedir? Acaba kimi kandıracağız? Bilgiler, ancak uygulandıkları, hayata geçirildikleri zaman bir anlam ifade ederler.
Lüzumsuz münâkaşalarla, tartışmalarla vakit kaybetmeyelim. Bunlar sâde zaman kaybı ile bize zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda içimizdeki huzuru bozar, mânevi güzellikleri karartır. Neyin münâkaşasını yapacağız? Kur’an-ı Kerim’de, Hadis-i Şeriflerde gidilecek yer, takınılacak tavır açıkça gösterilmiştir. Yapılacak iş, elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar onları hayatımızda yaşamak değil midir? Çok şey bilip, onları uygulamayanlar kadar zavallı kim vardır? Şunu iyi bilelim ki, bu tip insanlar çevrelerinden hiçbir zaman sevgi, saygı ve ilgi göremezler. Kuran-ı Kerim’de Asr Suresinde bu husus “inananlar, inançlarına göre yaşayanlar” diye açıkça belli edilmektedir.
Mümkün olduğu kadar, ilişkilerimizde sakin, yumuşak, mutedil ve saygılı olmalıyız. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa, Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirilir. Cenabı Hak, bu görevi verdikten sonra Hazreti Musa’ya şöyle hitap eder: “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” İlişkilerimizde sesimizin tonu yükseldikçe bilelim ki, oraya nefis girmekte, bizi hak yoldan uzaklaştırmaktadır. Bazı kimseler münâkaşaya, tartışmaya pek meraklılar. Ağız dalaşına bayılıyorlar. Bunlar İslâm’da yoktur. Gerek Peygamberimiz, gerek Peygamberimizin yolunda yürüyen büyük velilerin hiçbiri bu şekilde hareket etmemişlerdir. Böyle hareket edenler, nefislerinin egemenliği altına girdiklerinin, etki güçlerini tamamen kaybettiklerinin acaba farkındalar mı?
Mümin her zaman hayır üzeredir. Daima hayrı sever, hayır işler, kötülükten hoşlanmaz. İşinde de, niyetinde de hep hayır murat eder. Kendisi için istediğini, başkaları için de ister. “Rabbena hep bana” diyenler, kendi egoizmlerinin dar çerçevesinden çıkamayan zavallı insanlardır. Hayat, verdikçe çoğalan, paylaştıkça güzelleşen bir muhteşem olaydır. Peygamber Efendimiz “Veren el, alan elden daha üstündür” diyerek bu gerçeği ne güzel belirtiyor. Büyük Yunus ne güzel söylemiş:
Çalış kazan ye yedir
Bir gönül ele getir
Hepisinden iyisi
Bir gönüle girmektir
Madem ki dostun evi gönüllerdir, biz de bir gönül yapmaya, bir gönüle girmeye çalışalım. Ne duruyoruz? Ne bekliyoruz?..
|