subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yeni Bir Çağa Girerken

Allah nasip ederse, çok kısa bir süre sonra iki bin yılına giriyoruz. Artık bin dokuz yüzlü yıllar bitiyor. Her ne kadar bazı kimseler açısından, yirminci yüzyıl eşi bulunmaz bir meta gibi gösteriliyorsa da, acaba gerçek öyle mi? Objektif bir gözle yirminci asra bakacak olursak, misli görülmemiş rezilliklerin, alçaklıkların, sömürülerin bu çağda olduğunu görürüz. Mânevi değerlerin çöküşü, maddenin put haline getirilişi, hep bu çağın pislikleri arasında değil mi? Allah’ın neslin idamesi için insanlara verdiği cinsellik duygusu, hangi çağda bu kadar istismar edildi, ayaklar altında çiğnendi... Nice ocaklar söndürüldü. Para için, maddi çıkarlar için nice insanların hayatı ile, onuru ile oynandı. Para, tapılan bir put haline getirildi. Saraybosna’da on binlerce masum ve temiz kadın vahşi Sırplar tarafından tecavüze uğ­rarken, başta Papa cenapları olmak üzere, bu durumu protesto eden bir tek ses sözüm ona uygar batıdan yükseldi mi? Bu rezillikler tablosu, Rusların Çeçenlere saldırışı ile Şeyh Şamil’in torunlarını insafsızca katletmesiyle son bulurken, hâlâ sözüm ona bazı aydınların, bu çağa methiyeler düzmesi anlaşılacak gibi değil. Birini methedecekleri zaman, çağdaş insan diyorlar. Kötülemek istedikleri için çağ dışı tabirini kullanıyorlar. Takdir ettikleri bir durumda “çağa lâyık” sözcüklerini sıralıyorlar. Ge­çenlerde Cumhuriyet Gazetesinin kitap ekinde bir Fransız kadın romancının feryadını okudum. Ben diyordu, böyle rezil bir çağda yaşadığım için insanlık adına uygarlık adına utanç duyuyorum.


Gönül istiyor ki, girmekte olduğumuz yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarından itibaren, bu çirkinlikler, bu karanlıklar tablosu bitsin. Bu çağ, insana saygı duyulan, inanca saygı duyulan, emeğe saygı duyulan onurlu bir çağ olsun. Bu çağda insanlar dostça, kardeşçe, sevgi ile el ele tutuşsunlar ve Yunus gibi; “Aşk ge­licek, cümle eksikler biter” desinler. Sevmek devâm eden en güzel huyum desinler.


Kendi hesabıma düşündüm. Bir fert olarak neler yapmalıyım diye. Müsaadenizle aklıma gelenleri sıralıyorum. Önce tevâzu kapısından geçmek gerekiyor, mânevi tekâmül yolculuğuna çıkmak için. Tevâzudan yoksun insanlar, üç kitap okuduk diye kibirlerinden çalımlarından yanına yaklaşılmayanlar şunu iyi bilsinler ki, bu kafa ile hiçbir yere ulaşamaz onlar. Hindistan bağımsızlığının en büyük ismi Mahatma Gandi “Sabahleyin evden çıkarken kendimi ayakkabımın üzerindeki tozdan daha değerli hissedersem ağlayarak Allah’a sığınırım” diyor. Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir? Sonra tes­limiyet geliyor. Yunus, “Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya” derken teslimiyeti ne güzel anlatır. Allah’a, Resulul­lah’a, Kur’an’a hudutsuz bir teslimiyet… Büyük, güzel, muh­teşem bir teslimiyet. Yunus bir başka şiirinde ne güzel söylemiş:


“Kakımak olaydı ger


Muhammed de kakırdı


Vara yoğa kakırsın


Sen derviş olamazsın”


Mısrî Niyazi inanılmaz güzellikteki şiirinde, insanı Allah’tan ayıran en büyük perdenin nefs olduğunu, şöyle anlatıyor:


Ben sanırdım halk içinde hiç bana yâr kalmamış


Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmamış


Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Teffizname isimli şiirinde “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” diyerek, gerçeği ne güzel belirtiyor. Azize Anne’nin sohbetlerinde çok sık geçen bir söz vardır. “Çekil aradan, kalsın Yaradan” diye. Üzerinde düşünülürse, binlerce mânâ çiçeği açılır bu sözden.


Sonra şükür geliyor, sabır geliyor. Allah’ın kitabında “And olsun asra ki, bütün insanlar hüsrandadır. İnananlar, inanç­larına göre yaşayanlar, birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler müstesna.” buyruluyor. Elindekine şükretmeyen, elin­deki nimeti saygı ile edep ile karşılamayan, sabretmesini bil­meyen bir gün gelir ondan da olur. Çok, aza kanaat edilmezse elden gider. Velev ki, o günkü rızkımız bir kuru ekmek bile olsa, AIlah’ım verdiğin nimet için sana sonsuz şükürler olsun. Bizleri bu nimete lâyık et Yarabbi, diyebilmeliyiz.


Mevlâna, edep aklın dıştan görünüşüdür diyor. Hayat ve hayatın bütün olayları, ancak edeple güzelleşiyor, edeple bir anlam kazanıyor. Peygamberimize, din nedir diye sormuşlar, Resulullah Efendimiz “Din edeptir” buyurmuşlar. Hayatımızın, bütün safhalarında, gerek yalnız kaldığımız, gerek insanlarla beraber olduğumuz zamanlarda daima bir edep içinde olmamız gerekiyor. Edep, yalnız insanlar arası ilişkilerde değil, aynı za­manda insanın hayvanla, insanın bitkiyle, insanın eşya ile olan ilişkilerinde vazgeçilmez olan, sonsuz derecede önemli bir hu­sus... İnsanın edepten nasibi yoksa, o insanın hayvandan ne farkı kalıyor? En büyük velilerin, aynı zamanda en edepli kim­seler olduklarını unutmamak lâzım. Edep, hangi yaşta olursa olsun, insanın en güzel ziynetidir. Allah cümlemize nasip etsin. (Amin.)


Başkan Kennedy Teksas’da vurulduğu gün, cebinden o gün söyleyeceği nutuk çıkmıştı. Nutukta İshak Peygamberin bir sözü bulunuyordu. “Yol uzun, yük ağırdır. Bu yükle, bu yola kat­lanamazsınız. Yüklerden kurtulunuz.” Bu sözü binlerce defa okudum. Her okuyuşta beni ürpertti. Kurtulunması gereken bu yükler, acaba ne idi? Aklıma önce nefsimizin bize yükledikleri geldi. Sonra Resulullah Efendimizin Hadîsi Şerifini düşündüm. “Allah’ım faydası olmayan ilimden sana sığınırım.” Pek çok insan, bugün hayatta hiçbir işe yaramayacak olan ıvır zıvırla kafalarını ve gönüllerini doldurmakta, sonra da sıkılıyoruz, bu­nalıyoruz diye feryat etmekteler. Sıkılırsın ya kardeşim. Evinin içini gösteriş olsun diye, tıklım tıklım eşya ile doldur. Bilgiçlik taslamak için kafanın içini, tıklım tıklım, saçma sapan, abuk sa­buk şeylerle doldur, ondan sonra da strese girdim diye feryat et. Girersin ya. Mümkün olduğu kadar hayatımızı sadeleştirelim, basitleştirelim, uzaklaştıralım. İşe yarar bilgiler edinelim. Sonra da onları hayatımızda yaşayalım. Aslında uygulanmayan bilgi bir yükten, bir külfetten başka nedir? Acaba kimi kandıracağız? Bilgiler, ancak uygulandıkları, hayata geçirildikleri zaman bir an­lam ifade ederler.


Lüzumsuz münâkaşalarla, tartışmalarla vakit kaybetme­yelim. Bunlar sâde zaman kaybı ile bize zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda içimizdeki huzuru bozar, mânevi güzellikleri karartır. Neyin münâkaşasını yapacağız? Kur’an-ı Kerim’de, Hadis-i Şeriflerde gidilecek yer, takınılacak tavır açıkça gös­terilmiştir. Yapılacak iş, elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar onları hayatımızda yaşamak değil midir? Çok şey bilip, onları uygulamayanlar kadar zavallı kim vardır? Şunu iyi bilelim ki, bu tip insanlar çevrelerinden hiçbir zaman sevgi, saygı ve ilgi göremezler. Kuran-ı Kerim’de Asr Suresinde bu husus “ina­nanlar, inançlarına göre yaşayanlar” diye açıkça belli edilmek­tedir.


Mümkün olduğu kadar, ilişkilerimizde sakin, yumuşak, mu­tedil ve saygılı olmalıyız. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa, Fi­ravun’u Hak’ka davetle görevlendirilir. Cenabı Hak, bu görevi verdikten sonra Hazreti Musa’ya şöyle hitap eder: “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” İlişkile­rimizde sesimizin tonu yükseldikçe bilelim ki, oraya nefis gir­mekte, bizi hak yoldan uzaklaştırmaktadır. Bazı kimseler mü­nâkaşaya, tartışmaya pek meraklılar. Ağız dalaşına bayılıyorlar. Bunlar İslâm’da yoktur. Gerek Peygamberimiz, gerek Peygam­berimizin yolunda yürüyen büyük velilerin hiçbiri bu şekilde hareket etmemişlerdir. Böyle hareket edenler, nefislerinin ege­menliği altına girdiklerinin, etki güçlerini tamamen kaybettik­lerinin acaba farkındalar mı?


Mümin her zaman hayır üzeredir. Daima hayrı sever, hayır işler, kötülükten hoşlanmaz. İşinde de, niyetinde de hep hayır murat eder. Kendisi için istediğini, başkaları için de ister. “Rabbena hep bana” diyenler, kendi egoizmlerinin dar çer­çevesinden çıkamayan zavallı insanlardır. Hayat, verdikçe ço­ğalan, paylaştıkça güzelleşen bir muhteşem olaydır. Peygamber Efendimiz “Veren el, alan elden daha üstündür” diyerek bu gerçeği ne güzel belirtiyor. Büyük Yunus ne güzel söylemiş:


Çalış kazan ye yedir


Bir gönül ele getir


Hepisinden iyisi


Bir gönüle girmektir


Madem ki dostun evi gönüllerdir, biz de bir gönül yapmaya, bir gönüle girmeye çalışalım. Ne duruyoruz? Ne bekliyoruz?..

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]