subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

İnsan ve Dayanışma

Uzun yıllar önceydi, insan kelimesini merak ettim. Kelime köken olarak nereden geliyordu? Araştırdım, sordum, soruş­turdum, şu neticeye vardım; üns kökünden geliyordu. Ünsiyet birbirine yakınlık duymak, birbirine yardımcı olmak, birbirini anlamaya çalışmak, birarada barış içinde, birlik ve beraberlik içinde yaşamak anlamlarını kapsıyordu. Vardığım sonuç şu oldu; insan olabilmek için sevgi, saygı, hoşgörü, dayanışma, paylaşmak, yardım elini uzatmak gerekiyordu. Egoizmin, ben­cilliğin, nefsaniyetin dar sınırları içinde sıkışıp kalmak insanı mutsuz ediyordu, karamsar ediyordu. İnsanı öz benliğinden, fıtratından, doğallığından uzaklaştırıyordu. Senelerce evvel bir kitap görmüştüm, kitabın ismi bir şiir kadar güzeldi, “Paylaşmak ki O En Güzel”. İnsanlar birbirlerine yardım elini uzattıkça mutlu oluyorlar, huzurlu oluyorlar, bir güzelliği yaşıyorlardı. Resulullah Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde; “Müslümanların dertleriyle dertIenmeyen bizden değildir, veren el alan elden üs­tündür.” buyurmuştu. İnsanlar verdiği kadar, paylaştığı kadar büyüyor, yüceliyorlardı. Yıllarca önce bir gün, heyetten çıkmış odamda dinleniyordum. O gün çok zor, çok ağır bir dosya çıkartmıştık. Öğleyin yemeğe gidecek kuvveti kendimde bula­madım, odacıyı çağırdım, bir simit almasını rica ettim. Bir de çay söyledim. Biraz sonra kapı açıldı, çok sevdiğim, saydığım bir arkadaşım geldi. Odacı simidi ve çayı getirmişti, aldım, bir çay daha söyledim ve simidi ikiye böldüm. Yarısını arkadaşıma verdim. Beraber yedik, çaylarımızı içtik. O günü hiç unutmu­yorum, yarımşar simitle ikimiz de kuzu yemiş gibi doymuştuk. Burada önemli olan paylaşmanın güzelliğiydi. Zaman zaman o arkadaşımla buluşur, o günü hatırlarız.


Azize Anne anlatmıştı, bir gün beş arkadaşıyla beraber o zamanlar Hacıbayram’da oturan bir veli hanımı ziyarete gider­ler. Otururlar, hâl hatır sorulur, sohbetler edilir, biraz sonra öğle ezanı okunur. Efendim derler bize müsaade, ev sahibi hanım, katiyen olmaz der, önce namazımızı kılacağız, sonra Allah ne verdiyse beraber yiyeceğiz. Öyle ısrarla söyler ki; Azize Anne ve arkadaşları teklifi kabul etmek zorunda kalırlar. Önce cemaat halinde namaz kılınır, sonra yüz yaşındaki ev sahibi hanım Azize Hanım’a dönerek; kızım mutfağa gir, biraz ekmek ve turşu var, onları getir, burada beraber yiyelim. Biraz sonra sofra kurulur, sofrada yalnız bir parça kuru ekmek ve bir kavanozun içinde yedi sekiz tane sivribiber turşusu vardır. Ev sahibi hanım buyurun arkadaşlar, bugünkü rızkımız bu, BesmeIe ile başla­yalım der. O kuru ekmek parçası küçük parçalara ayrılır, herkes bir parça ekmekle bir sivribiber turşusunu alır, yemeye başlar. O sırada kapı çalınır, bir delikanlının elinde büyükçe bir tepsi pilâv ve pilâvın üzerinde nar gibi kızarmış iki tavuk vardır. Ev sahi­bine dönerek, Teyzeciğim der, bunu size babam gönderdi, vilâyette uzun süredir çıkmayan bir işi varmış, usanmış, gidip gelmekten yorulmuş ve adak adamış. İnşallah bugün bu işim çıkar, ben de komşu büyük hanıma bir tepsi tavuklu pilâv gön­deririm demiş. İşte bu babamın adak pilâvı, size selâmları ve hürmetleri ile gönderdi. Yaşlı kadın gözleri dolu dolu Allah’a şükretmiş ve “Güzel Allah’ım, bu ne hikmetli iştir, önce misafirini gönderiyorsun, arkasından tavuklu pilâvını, sana sonsuz şü­kürler olsun” demiş, sonra beraberce neşe içinde paylaşmanın güzelliğini duya duya tavuklu pilâvı yemişler.


Bu yaşanmış hikâye belki bazıları için basit, önemsiz olabilir ama ben öyle düşünmüyorum. Beni yıllardır düşündürüyor, ür­pertiyor ve o yüz yaşındaki veli hanımın, sizleri katiyen gön­dermem Allah ne verdiyse beraber yeriz sözlerinde varoluşun özünü, yaşamanın sırrını görüyorum. Verebilmek, sadece vere­bilmek, Allah rızası için verebilmek, hiçbir art niyet gözetmek­sizin, küçük hesaplardan uzak olarak en temiz duygularla vere­bilmek. Paylaşmaktaki o harikulâde güzelliği tadabilmek. İşte günümüzün sözüm ona çağdaş, ilerici, sözüm ona entel geçi­nen, aydın geçinenlerin bir türlü anlayamadığı, anlamak isteme­diği o harikulâde ince güzellik; verebilmek ve paylaşabilmek. Bu dünya yalnız bizim değil ki ve biz kalbimiz, kafamız Allah’la beraber olduğu sürece asla yalnız değiliz. Seviyoruz, seviliyo­ruz, güzelliğimiz bu yüzden. Ve biz sevdiğimiz kadar varoluyor, verdiğimiz, paylaştığımız kadar insanlaşıyor, güzelleşiyoruz.


Bir gün yine Danıştay’daki odamda bir öğle tatilinde heyet­ten çıkmış dinleniyordum, kapı vuruldu, buyurun dedim. İçeriye yaşlı bir zat girdi. “Efendim,” dedi. “Dün gece televizyonda sizi dinledim ve kırıldım, siz dediniz ki herkes isterse yardım ede­bilir, imkânlarını olabildiği kadar başkalarıyla paylaşabilir. Bu sözleri dinleyince fena hâlde öfkelendim, ben nasıl yardım ede­bilirim, Vehbi Koç değilim, Sakıp Sabancı değilim, olacak iş mi bu? Bir emekli memur kendi ailesini bile zor geçindirirken baş­kalarına nasıl yardımcı olabilir?” Adama baktım, “Lütfen benimle gelir misiniz?” dedim. O zamanlar Kızılay’daki Divan Pastane­sinin karşısında bir simitçi duruyordu, oraya gittik. Simit tabla­sının iki yanında ufacık iki çocuk gözlerini açmış, sonsuz bir iştahla simitlere bakıyorlardı. Adama döndüm, bir simit parası istedim ve aldığım simidi iki çocuğa paylaştırdım. Çocuklar se­vinçten çılgına dönmüşlerdi, hem yiyorlar hem de yerlerinde duramayıp zıplıyorlardı. Gözlerindeki umut ışığı görülmeye de­ğerdi. Yan gözle adama baktım, o da heyecanlanmıştı. Göz­lerinden yanaklarına doğru iki damla yaş sızıyordu. Bana dön­dü, “Efendim,” dedi. “Bana hayatımın en büyük dersini verdiniz, demek ki hayır yapmak için ille de Koç veya Sabancı olmaya gerek yokmuş.”


Mesele burada, verecek bir simit parası dahi olmayanlar da, sımsıcak, tertemiz bakışlarıyla gül pembesi tebessümleriyle pekâla insanlara faydalı olabilirler.


Şaşıyorum o psikologlara, o psikiyatristlere, hastalarına re­çete dolusu en ağır ilaçları veriyorlar da ne oluyor sanki, var mı iyileşen? Var mı öz benliğine kavuşan, var mı içinde huzuru, mutluluğu ebedi güzelliği hisseden? Ne olur biraz da sevmeyi, sevilmeyi, vermeyi, paylaşmayı gösterseler. Bedri Rahmi bir şiirinde bu gerçeği ne güzel belirtmişti:


“İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşamaz


Aziiiz şair


İnsan âlemde


İnsanları sevdiği müddetçe yaşar”


Ve sevmek demek, verebilmek, paylaşabilmekten başka nedir? Kesin olarak inanıyorum ki, herkes isterse bir şeyler verebilir, bir şeyleri paylaşabilir. Verecek bir susam tanesi kadar malı ve parası olmayanlar da sevgileriyle, hayır dualarıyla, niyazlarıyla insanlara katkıda bulunabilirler. Herkes dünyada ne kadar hasta varsa, ne kadar sınava girecek öğrenci varsa, ne kadar acı çeken, ıstırap içinde yaşayan insan varsa, dirlik, düzenlik içinde yaşayamayan aile varsa, iç dünyası kinle, nef­retle, hasetle, kıskançlıkla kararmış insan varsa, onlar için hayır dua edebilir, onların acılarını paylaşabilir, içindeki güzelliği on­lara ulaştırabilir. Okula giden bir fakir çocuğun kitaplarının alın­masında yardımcı olmak, evlenecek fakir bir genç kızın çeyizine yardımcı olmak, hiç ziyaretçisi olmayan bir hastanın bir çiçekle ziyaretine gitmek, doktorsuz ve ilaçsız hasta yatağında çırpınan bir komşumuza bir tas çorba götürmek için ille de Koç, ille de Sabancı mı olmak lâzım? Ne olur hepimiz günlük hayatımız içinde “Veren el, alan elden üstündür” hadisini gerçekleş­tirmeye çalışsak. Sevmek devâm eden en güzel huyumdur diye­bilsek. Bakın günümüzün çağdaş nemrutlarına, çağdaş fira­vunlarına ne kadar mutsuzlar, ne kadar huzursuzlar, yüzleri hiç gülmüyor, dudakları acıyla kıvrılmış, gözlerinde okunan sadece bedbinlik, karamsarlık, umarsızlık. Bu insancıkları ışığa, nura, neşeye ve huzura götürecek tek yol var; sevebilmek, vere­bilmek, paylaşabilmek…


Paylaşmak ki, o en güzel diyebilmek…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]