subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Hayatın Işığı

Bir gün bir sahabe Resulullah Efendimize sorar; “İbadet­lerin içinde en makbulü, en hayırlısı hangisidir?” Kâinatın Efendisi cevap verir; “Allah rızası için insanları sevmek ve onlara hizmet etmek, yardımcı olmak, işlerini kolaylaştır­mak.” Bu Hadis-i Şerifi okuduğum zaman ilkokulda öğrenci idim. Ama beni çok sarsmış, çok etkilemişti. Yıllarca düşündüm. Hâlâ da düşünüyorum. Geçen yıllar, yaşadığım olaylar, beni bu Hadisin derinliklerine inmeye sevk etti. Zaman zaman ürperdim, zaman zaman ağladım. Ama hep düşündüm. Ömrüm oldukça da düşünmeye devam edeceğim.


İnsanları tenkit etmek, onları yerden yere çalmak kolay. Bunu herkes yapabilir. Önemli olan, bir insanı anlamaya çalış­mak. Onun iç dünyasının derinliklerine inebilmek. O derinlikler­de gizli kalan ruh ukdelerini, akıtılmamış göz yaşlarını, biriken ıstırapları çözüp, anlayabilmek. Bir zamanlar meşhur bir şarkı vardı. Şöyle bitiyordu:


“Ya her şeyim ya hiçim


Sorma dünyam ne biçim


Bir kördüğüm ki içim


Çözdükçe dolaşıyor.”


Bir insanı anlayabilmek, onun iç dünyasında minicik de olsa bir kıpırtı, iyiye, güzele doğru bir adım atmasına vesile ola­bilmek ne kadar güç, ne kadar çetin, ne kadar sabır isteyen bir iş. Bu insan eşimiz olabilir, evlâdımız, komşumuz olabilir, akra­bamız olabilir, meslektaşımız olabilir. Önemli olan, karşı tarafın iç dünyasında onu harekete getirecek bir minicik hareket nok­tası bulabilmek. İnsan ne kadar anlaşılması zor bir mahlûk. Nobel armağanı alan Alexi Carel en önemli eserinin ismini, “İnsan Bu Meçhul” koymuştu. Evet, gerçekten insan, belli bir noktadan sonra ne kendisini ne muhatabını anlayabiliyor. Necip Fazıl ne güzel söylemiş;


“Aynalar söyleyin bana ben kimim?”


Attila İlhan da bir şiirinde;


“Anladım imkânsız şey, bir insanın bir başka insanı


anlaması”


diyordu. Bir insanı etkileyebilmek, onu iyiye, güzele, doğruya götürebilmek, o kadar hassas, o kadar incelik isteyen bir iş ki... Bazen yumuşak ve tatlı bir ses tonu, bazen bir tebessüm, bazen o insana göstereceğimiz edep, saygı, tevazû ve incelik onu birdenbire tutuşturuveriyor. Kalbini fethetmeye yetiyor da artıyor bile. Sık sık işitiriz. “Efendim ne biçim insan bu, kırk kere söyledim, yine lâf anlamıyor.” Anlamaz ya kardeşim. Çünkü bir söz kırk kere söylenmez. O sözü söylediğimiz zaman, acaba o insanın ruh hali, kalbindeki ve kafasındaki karışıklık, o anda bize karşı beslediği müspet ya da menfi duygular, söylediğimiz sözdeki doğruluğu veya güzelliği, inceliği algılayabilecek durum­da mı? Kur’an-ı Kerim’de Allah, Hz. Musa’yı Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirir. “Ya Musa, Firavun’la konuşurken yu­muşak ve tatlı söyle” buyurur. Karşı tarafın iç dünyasında bir değişim, bir başkalaşım meydana gelmedikten sonra, aynı söz­leri biteviye tekrarlamak, yerine göre fayda yerine zarar da getirebilir. İnsan ruhu, hep bir kıvılcım bekler yanmak için. Önemli olan davranışlarımızIa, sözlerimizle, edep ve saygımızla o kıvılcım gibi olabilmekte... Bazen bir kelime, bazen bir cümle, bazen sevgi dolu, saygı dolu sımsıcak bir bakış, bazen yumu­şak bir ses tonu bir insanın bütün dünyasını değiştirebilir. Nur gelir, zulmet gider. Işık gelir, karanlık gider. Anadolu’nun iç ay­dınlığı, kâinatın en büyük şairi Yunus Emre ne güzel söylüyor:


“Söz ola kese savaşı


Söz ola kestire başı


Söz ola ağulu aşı


Yağ ile bal ide bir söz.”


Bazen bir insanın omzuna konan sıcak bir dost eli, o insanı intihardan döndürebilir. Bazen fevri yapılan bir hareket, düşün­cesizce söylenen bir söz, alaycı bir dudak büküş bir insanı bütün bir ömür boyu ağlatabilir, hayata küstürebilir. Hepimiz bir sevginin, bir dostluğun, sıcak, yakın ve samimi bir ilginin özlemi içindeyiz. Şair Gülten Akın;


“Beni ya sevmeli, ya öldürmeli”


diyor. Nedense günümüzün insanları hep bu sevginin bekleyişi içindeler. İstiyoruz ki, çevremizdeki bütün insanlar bizi sevsin, saysın, el üstünde tutsun. İyi, güzel. Ama biz bunları kime gösteriyoruz? Şöyle bir düşünelim. Cevabını yine kendimize verelim. Yunus Emre, Divân’ının sonunda; “Sev, sevil” diyor. Tek başına ne sevmek, ne de sevilmek insanı mutlu etmeye yetiyor. Önemli olan hem sevmek, hem sevilmek. İnsan o za­man yaşadığının bilincine varıyor. İnsan o zaman huzurun, mut­luluğun ve güzelliğin doruğuna ulaşıyor. Kimsenin şüphesi ol­masın ki, sevgi gösteren sevgi bulur. Çiftçi önce tohumunu atar, tohum atmadan önce de toprağını tohumu yeşertecek hâle ge­tirir. Sonra mahsulünü bekler. Hayat da öyle. Bir Kutsi Hadiste şöyle buyuruluyor: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır. Bana bir adım yaklaşana ben on adım giderim. Bir kulaç gelene on kulaç giderim.” Dikkât buyurulursa, ilk hareket kuldan gelecek. İlk adımı atan kul olacak. Bugün ne yapıyoruz? Herkes kendi iç dünyasında kendine sorsun ve cevabını kendi kalbinden alsın. Acaba hayat boyu kaç kişiyi yürekten sevdik? Kaç kişiye sıcak, temiz, tertemiz bir sevgi gösterdik? Kaç kişi için yüreğimiz titredi? Gerektiği zaman kaç kişi için yerine göre malımızı, yerine göre canımızı, yerine göre mutluluğumuzu or­taya koyabildik? Peki şimdi ne hakla insanlardan sevgi bekli­yoruz? Ne verdik ki insanlardan ne alacağız?


Hz. Ömer’in sözü beni hep ürpertti, titretti, ağlattı. “Bugün Allah için ne yaptın?” Acaba gece yatarken bunu kendimize sorsak kaçımız bu soruya güzel, müspet bir cevap verebile­ceğiz? Mânâ terazisi o kadar hassas, o kadar ince ki, bizim kendi kendimize, ama nalıncı keseri gibi hep kendi tarafımıza yontarak verdiğimiz kararlar, yaptığımız işler bizi nereye götü­rebilir, hiç düşünebiliyor muyuz? Çocukluğumdan beri işitirim: “Rabbena hep bana.” Soruyorum size, bu düşüncenin dışına çıkabilen, Nakşi Hazretleri gibi;


“Eller yahşi, biz yaman,


Eller buğday, biz saman.”


diyebilen kaç kişi gördünüz? Böyle kaç insan hayatınıza girdi? Onunla tertemiz, bembeyaz bir sevgiyi yaşadığınız hiç oldu mu? Eğer cevabınız menfi ise, o zaman tıpkı toprağa tohumunu atan bir çiftçi gibi, niye biz o yakınlığı başkalarına göstermeyelim? Niye biz başkaları için çalışmanın, mücadele etmenin güzelliğini yaşamayalım? Elimizden tutan mı var? Meydan açık, yol ortada. Ne bekliyoruz? Kâinatın Efendisi ne güzel buyuruyor; “Zerre kadar hayır ve şer işleyen muhakkak karşılığını görecektir" Neden bizim de günümüz, sabah gözümüzü açtığımız andan akşam uyuyuncaya kadar geçen zaman içinde, hep hayırlarla, güzelliklerle dolmasın? Neden biz de, “Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” demeyelim? Neden biz de büyük Yunus gibi; “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” demeyelim?


Geçen akşam telefon çaldı. Bir kimse, “Efendim,” diyordu. “Şu anda kendi kendime yapabileceğim en büyük iyilik, vere­bileceğim en büyük armağan nedir? Lütfen söyler misiniz?” Ce­vaben şöyle dedim: “İki rekat namaz kıl. Doğduğun andan şu âna kadar, kırdığın, incittiğin, gücendirdiğin bütün insanlardan (hayatta olsunlar olmasınlar) af dile. Özür dile. Sonra Allah’ım de, doğduğum andan şu âna kadar, beni kıran, bana zulüm yapan, bana eziyet eden ne kadar insan varsa, hepsine hakkımı helâl ettim. Onları affettim. Allah’ım, Habibinin aşkına, sen de onları affet, sen de onları bağışla. Ve o andan itibaren kalbini ve kafanı yazılmamış kâğıt gibi bembeyaz bir hâle getir. Artık o güzel yapıya hiçbir kin, hiçbir nefret, hiçbir düşmanlık girmesin.” Biz de Yunus gibi “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kal­maz.” diyelim. Hayatta insanı yıpratan en büyük günah, unut­mayalım ki kin ve nefrettir. Kinin ve nefretin olduğu kalbe hiçbir zaman sevgi yaklaşamaz. Her zaman, her yerde, her konuda önderimiz, rehberimiz, ışığımız olan Resulullah Efendimize ba­kalım. Peygamberimiz kimden nefret etti? Kime kin duydu? Son nefesini verirken kime karşı kinle, nefretle, intikam hissiyle do­luydu? Lütfen bir tek örnek verin. Eğer biz de Efendim, o yüce bir Peygamber, bizler günlük hayatımızı yaşayan âciz insanlarız diyorsak, şunu iyi bilelim ki yanlış yoldayız. İslâm düşmanlarının oyununa geliyoruz. Peygamber Efendimiz her sözünü bizler için söyledi. Her hareketini bizler için yaptı. Bize düşen görev, eli­mizden geldiği kadar, gücümüzün yettiği kadar onun yolunda yürümek olmalı. Bizler de Yunus Emre gibi, “Biz kimseye kin tutmayız. Düşmanımız kindir bizim.” diyebilelim. Yüce Resu­lümüzün Mekke’ye girerken yaptığı gibi, Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi bile affedebilelim. Ve el ele verelim, bir koro hâlinde;


“Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki,


Yaşamak sevgilerle güzel


El ele tutuşup ilân edelim


Aşk gelicek, cümle eksikler biter.”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]