subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sözün Büyük Önemi

Yunus Emre’nin çok bilinen, çok söylenen güzel bir şiiri vardır:


Söz ola kese savaşı,


Söz ola kestire başı,


Söz ola ağulu aşı,


Yağ ile bal ide bir söz.


Çocukluğumuzdan beri işitiriz. “Dil yarası kılıç yarasından daha ağırdır.” derler. Bazen kılıç yarası bir süre sonra iyile­şebilir. Ama bazen sözle açılan yaralar ölümle bile bitmez, mânevi âleme intikal eder. Bazen bir söz, hassas, dertli, yaralı, kolu kanadı kırılmış bir insanı ölüme bile götürebilir. İstihza dolu bir bakış, alaycı bir gülüş, bir küçük görme, bir hakir görme, nice insanların ölümüne sebep olmuştur. Aynı şekilde, anlayış dolu, sevgi dolu, şefkât dolu bir söz ve o sözün İslamî edep, incelikle ifade edilişi, intihar etmek isteyen bir insanı ölümden döndür­müştür.


Senelerce, senelerce evveldi. Bir akşam Danıştay’dan çık­mış, köşedeki büfeye gitmiştim. Önümde iki kişi vardı. Sıramı beklemek için kuyruğa girdim. Önümde bekleyen genç bir in­sandı. Soğuk bir kış günüydü. Üzerinde kalın bir palto vardı. Büfeciye döndü, iki tüp aspirin istedi. Çıkan ses beni ürpertti. Normal bir ses tonu gibi değildi. Sanki ölüme giden bir insanın iç dünyasından gelen bir çığlıktı. Tir tir titredim. O anda bana öyle geldi ki, bu genç adam bu iki tüp aspirini içerek intihar edecekti. Düşündüm, ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Yanına yaklaş­tım. Elimi omzuna koydum, “Bak yavrum,” dedim. “Şu karşıdaki binayı tanıyor musun?” “Evet,” dedi genç adam. “Tanıyorum. Danıştay Başkanlığı.” “İşte,” dedim. “Benim eşim orada savcı. Geçen hafta bir gün başı ağrıyor, bir aspirin alıyor. O bir aspirin, ülseri olduğu için mide kanamasına sebep oldu. Bir hafta çekti.” Biraz daha yaklaştım. “Aman yavrum,” dedim. “Dikkâtli ol. Allah seni korusun.” Sonra sırtını sıvazladım, gönderdim. Sıra bana geldi. Alacağımı aldım ve evime gittim. Aradan üç gün geçti. Bir öğle vakti idi. Heyetten yeni çıkmıştık. Yorulmuştum. Dinlenmek için odama çekilmiştim. Biraz sonra kapı çalındı. O akşam büfede gördüğüm genç adam başını uzattı. “Efendim, müsaa­denizle girebilir miyim?” dedi. “Buyurun efendim,” dedim. Elinde bir buket çiçek vardı. “Müsaade ederseniz, verebilir miyim” dedi. Hayrola der gibi yüzüne baktım. Anlamıştı. “Efendim,” dedi. “Üç gün evvel büfeden, intihar etmek için iki tüp aspirin aldım. Ni­yetim hepsini içip hayatıma son vermekti. Fakat siz öyle sıcak, öyle yumuşak bir davranışla elinizi omzuma koydunuz ki, kalın paltoma rağmen yüreğinizin sıcaklığını ta içimde duydum. Yolda hep bunu düşündüm. Daha eve gelmeden kararımı vermiştim. Madem dedim, hayatta böyle yüreği insan sevgisi ile dolu kim­seler var, o halde bu hayat yaşanmaya değer. Size teşekkür etmeye geldim. Lütfettiniz, makamınızda kabul ettiniz. Artık mü­saade isteyebilir miyim?” Ayağa kalktı, gözleri yaşla doldu. Ben de çok heyecanlanmıştım. Ağlamaya başladım. Birbirimize sa­rıldık ve Allah’tan sağlık, afiyet ve mutluluklar diledik.


Efendim, sözden bahis açılınca aklıma hemen yüce kitabı­mız Kur’an-ı Kerim’deki o ürpertici Âyet gelir. Cenab-ı Hak Musa Peygamberi, Firavun’u Hak’ka davetle görevlendiriyor. Ve so­nunda, “Yâ Musa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve tatlı söyle” buyuruyor. Söz o kadar önemli ki, yine gözümün önünde bir hatıram canlanıyor. Dört yaşımdaydım. Rahmetli anneciğim öğretmendi. Bir gün akşam okuldan eve gelirken, bir defter ve bir kalem getirdi. Bana döndü. “Oğlum,” dedi. “Otur, dediklerimi yaz.” Üç buçuk yaşımda iken okuma yazma öğrenmiştim. Kom­şumuz Şaziye Hanım teyzenin üç kızı vardı. Üçü de öğret­mendi. Ben her sabah elimde kâğıt kalem gider, “Bana okuma yazma öğretin” derdim. Kızarlardı. “Git çocuk başımızdan,” der­lerdi. “Biz hazırlanacağız, okula yetişeceğiz. Sırası mı şimdi?” Baktılar başa çıkılacak gibi değil. Bendeki okuma yazma aşkı o kadar büyük ki, kapıdan kovsalar, bacadan gireceğim. Nihayet çalışmaya başladık. Bir haftada öğrendim. Teşekkür ederek ay­rıldım.


Merak içindeydim. Acaba annem bu defteri kalemi niye al­mıştı? Oturduğum masada bunu düşünüyordum. Birden annem konuşmaya başladı.


“Oğlum, Allah’ın ve Peygamber’in inan dediklerinden başka bir şeye inanma.” “Şimdi,” dedi. “Defter bitinceye kadar bu cümleyi yazacaksın.” Anlamamıştım. Ama annemi kırarım, inci­tirim düşüncesiyle bir şey demedim ve yazmaya başladım. Def­ter bitinceye kadar o cümleyi tekrarladım. Beni yakinen tanı­yanlar bilirler. Sohbetlerde bir soru sorulduğu zaman cevabım ya Âyetle, ya Hadisle olur. Hayatımda hiçbir gün, bu benim düşüncem, ben böyle düşünüyorum, demedim. Bundan sonra da demekten Allah’a sığınırım. Ben kim oluyorum ki? Rahmetli anneciğimin o cümleyi yüzlerce defa yazdırmasındaki amaç, o fikrin ömür boyu kafamdan silinmemesi idi. Nur içinde yatsın. Mekânı cennet olsun. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.


Hayat boyu karşılaştığım nice meselelerde anneciğimin yaz­dırdığı o cümle bana ışık tuttu, yol gösterdi, rehber oldu. Gerek sohbetlerimde, gerek konferanslarımda, bıkmadan, usanmadan söylediğim bir Hadis-i Şerif var. “Ya hayır söyle, yahut sus.” Yıllarca düşündüm. Bu bir tek Hadis’in uygulanması günlük hayatta insana nice ufuklar aşırtır. Nice müşküllerini halleder. Nice problemlerini çözer. Bu Hadis-i Şerif’in uygulandığı aile­lerde bir kere olsun, münâkaşa, kavga, gürültü olmaz.


Nur içinde yatsın, rahmetli eşim Rânâ Hanımla kırk dört yıl evli kaldık. Bu süre içinde bir kere bile bizim evde bir tartışma olmadı. Bir dargınlık, bir kırgınlık olmadı. Danıştay’da otuz do­kuz yıl çalıştım. İlk günden itibaren bu Hadis-i Şerifi uyguladım. Hiç kimseyle, ama hiç kimseyle en ufak bir münâkaşam, sür­tüşmem, dargınlığım olmadı. Ben, bu Hadis’in yaşandığı bir toplumun bireyleri arasında, yaşamın her bölümünde, sulh, sükûn, huzur, mutluluk, güzellik olacağına, bütün kalbimle inanı­yorum. Lütfen konuşurken çok dikkâtli olalım. Muhatabımız ister bir insan, ister bir hayvan, ister bir bitki, ister bir eşya olsun, daima saygılı, edepli, kibar olalım. Beni tanıyanlar, Paşa Dede Hazretleri’nin nasıl, Edip Atam Beyin torunu Deniz’e, saygılı, edepli, ihtiramla ayağa kalktığını hatırlarlar. Bazen beş yaşın­daki bir çocuğun kalbinde kaba bir sözle açılacak yaranın, ömür boyu devam edeceğini düşünebilir misiniz? Ben evet diyorum ve o çocuğun kendim olduğunu söylüyorum. Hayat, sandığımız­dan çok daha ince nüanslarla birbirine bağlı, muhteşem bir kompozisyon. Hiçbir şey unutulmuyor. Olaylar geçip gidiyor, şuuraltında izleri bazen mezarda da, ikinci hayatta da devam ediyor. Aman dikkâtli olalım. Bazen bir tek kelimenin, bir insanın inancını, hayat görüşünü, yaşama felsefesini kökünden değiştir­diğini görüyoruz. Evet, sözün gelişi söylemedim. Bir tek kelime bu işi yapabiliyor. Bazen bir tebessüm bütün dünyayı dolaşıyor. Bu cümleyi bir televizyon sohbetinde farkında olmadan kul­lanmışım. Ertesi gün İstanbul’dan Psikolog Suna Tanaltay Hanım telefon etti. Bu sözü çok beğendiğini, beni kutladığını söyledi. “Efendim,” dedi. “Müsaade ederseniz bu sözü ben de yazılarımda kullanabilir miyim?” İlgisine ve iltifatına tekrar tekrar teşekkür ettim. Evet, bir tebessüm bazen bütün dünyayı dola­şıyor, ama aynı şekilde acı bir söz de. Hatta ben, bu dünya ile sınırlı kaldığını sanmıyorum. Günümüzde Alzheimer hastalığı gittikçe yayılıyor. Günlük hayatımıza giriyor. Çevreden mütema­diyen işitiyorum. Acaba sayın doktorlar bunun sebebini hiç düşünüyorlar mı? Bana öyle geliyor ki, beyne giden negatif ışınlar, insan ruhunu allak bullak ediyor. Beyin görevini yapa­maz oluyor. Ne yazık ki ülkemizde gazeteler, televizyon ka­nalları, birkaç istisna dışında, zehir saçıyorlar. Diziler, eğlence programları, artık utanç verici düzeyi de aştı. Bir felâket halini aldı. Ne yazık ki sorumlular, tam bir vurdumduymazlık, sorum­suzluk içinde omuz silkiyorlar. İlgilenmiyorlar bile. Hepimiz bir geminin içindeyiz. Gemi batarsa hepimiz boğulacağız. Ne yazık ki, kimse çıkıp da; “Durun kalabalıklar durun, bu yollar çık­maz sokak/ Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” de­miyor.


Okul cinayetleri nasıl ilgililere saçlarını, başlarını yoldurt­muyor, uykularını kaçırmıyor, hayretler içindeyim. Bunlar hep televizyonlardaki dizilerin sonucu. Ekilen zehirli tohumlar mey­velerini veriyor. Eskiden ailelerde güzel sohbetler olurdu. Güzel kitaplar okunurdu. Güzel evliyâ hikayeleri anlatılırdı. Şimdi sa­dist bir duyguyla, genci, ihtiyarı, kadını, erkeği o aptal kutu­sunun önüne doluşuyorlar günlük zehirlerini almak için. Oysa ki bu dünya bir misafirhane. Hepimiz gelip geçici misafirleriz. Şu anda doğumevinde yeni doğan bir bebeğin bile topu topu ne kadar ömrü var ki? Neden şu sayılı günlerimizi, sevgiyle, say­gıyla, incelikle, ihlâsla, yardımla, hizmetle geçirmeyelim? Neden mânâ âlemine geçeceğimiz anda, eyvah, yanlış yaşadık, piş­man olduk diyelim. Neden biz de Yunus Emre gibi, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” demeyelim. Neden biz de “Sevmek devâm eden en güzel huyum” demeyelim. Neden, “Gelin canlar bir olalım” demeyelim.


Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]