Sarsılan Aile Yapımız
Senelerce... Senelerce evveldi. Genç bir ortaokul öğrencisiydim. Türkçe hocamız Cemile Aytaç Hanımefendi idi. Cemile Aytaç, Türkçe’ye âşık, Reşat Nuri’yi çok seven bir kimse idi.
Çantasından Reşat Nuri’nin kitapları eksik olmazdı. Bir gün matematikten yazılı olduk. Ertesi ders Türkçe idi. Hocamız sınıfa girdi. İmzalamak için deftere baktı. “Çocuklar,” dedi. “Matematikten yazılı geçirmişsiniz. Yorulmuşsunuzdur. Ben size Reşat Nuri’nin bir kitabını okuyayım.” dedi. Çantasından kitabı çıkardı, okumaya başladı. Türkçe’nin güzelliği, ihtişamı bir pınar suyu gibi hocamızın dudaklarından dökülüyordu. Kitabı çok sevdik. Sonraki yıllarda onu tekrar tekrar okudum. Kitapta, Türk ailesindeki sarsıntı ve yıkılış anlatılıyordu. Aradan yıllar geçti. Gördüklerim, şahit olduklarım, işittiklerim, okuduklarım bana hep “Yaprak Dökümü”nü hatırlattı. Ne yazık ki günümüzde bu yaprak dökümü daha da büyük boyutlar kazandı. Her gün gördüklerimize, işittiklerimize inanamaz olduk. Hayretler içinde kalıyoruz. Şaşırıyoruz. Ne söyleyeceğimizi bilemiyoruz. Hayat, yaşamak, bir güzel, bir hoş, muhteşem bir olay iken, elbirliğiyle onu cehenneme çevirmek için, elimizden geleni yapıyoruz. Bazı kimseler çocuklara ve gençlere yükleniyorlar. “Efendim,” diyorlar, başlıyorlar sıralamaya. Hepimizin bildiği malûm sözler, malûm görüntüler. Ama bunları yaparken bir şeyi unutuyoruz. O çocuğun içinde bulunduğu şartları, hususları göz önünde bulundurmuyoruz. Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde; “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” diyor. İnsanları iyiye veya kötüye götüren, içinde bulunduğu şartlardır. O melekler gibi tertemiz, dupduru, pırıl pırıl doğan çocuğu, okul, aile, toplum üçlüsü el ele veriyor, o meleği bir şeytana, bir canavara çevirmek için elinden geleni yapıyor.
Geçen Pazar günü İstanbul’dan Ankara’ya dönüyorum. Bolu’da Koru Otel’de yemek yemek için mola verdik. Oturduk siparişimizi verdik. Fakat yediğimiz yemek burnumuzdan geldi. Yan masada dört kişilik bir aile vardı. Beşinci kişi de üç yaşlarında bir erkek çocuğu idi. O dört kişilik aile, o çocuğa sanki tapıyorlardı. Çocuk bağırıyor, çağırıyor, masadakileri yere atıp kırıyor, her türlü edepsizliğini sergiliyordu. Aile, karşısında el pençe divan, susturmak için yalvarıyor, diller döküyorlardı. Birden aklıma Kur’an-ı Kerimdeki bir Âyet geldi; “Biliniz ki malınız ve evlâdınız sizin için fitnedir.” Ne yazık ki, günümüzde pek çok aile, çocuğunu sevmek, ona saygılı davranmak, onu ileriye dönük yetiştirmek yerine, şımartıyor, yarın eşinin, çocuklarının, mesai arkadaşlarının başına dert olacak şekilde çileden çıkarıyor. Gördüğü bu aşırı ilgi, ihtimam, şefkât, tapınmaya benzer duygular çocukları mutlu ediyor mu, ne gezer. Onlar gün günden daha hırçın, daha agresif, daha saygısız, daha terbiyesiz oluyorlar. Son yayınlanan Dünya Tıp Birliği Raporunda, artık beş yaşında çocukların da şeker hastalığına yakalandığı bildiriliyor. Artık çocuklar arasında da ülser, kanser gibi hastalıklar görülüyor. Yüzleri gülmüyor. Çehreleri daima asık. Üstüne üstlük, bir de yanlış eğitim politikaları çocuklarımızı çıldırtıyor. Diyorlar ki, “Efendim, okula gidinceye kadar çocuklarınıza bir şey öğretmeyin, bir şey göstermeyin. Bırakın okulda öğretmenleri öğretsin.” Yalnız şurasını unutuyorlar ki, “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur.” Bu atasözü ne yazık ki hiç dikkate alınmıyor. Modern pedagoji de, çocuğun karakterinin yedi yaşında teşekkül ettiğini söylüyor. Dönüp maziye baktığım zaman şunu görüyorum. Üç buçuk yaşında okuma yazma öğrendim. İlkokula gittiğim zaman bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Bir şey kaybetmedim. Hiçbir zararını da görmedim. Bilâkis okul hayatım çok güzel geçti. Çevremde sevilen, sayılan, el üstünde tutulan, örnek gösterilen bir öğrenci oldum. Hani derler ya, arabanın ön tekerleği nereye giderse, arka tekerleği de oraya gider. Belki de Türk Milletini içinden yıkmak isteyenler bu yedi yaşına kadar sorumsuz (bir hayvan yavrusu gibi desem, hayvanlara hakaret olur) bilinçsiz, nefsinin elinde köle olmuş insan tipinin yetişmesini istiyorlar. Hayvanları etüt edin. Doğumdan çok kısa bir süre sonra, çocuklarını bin bir itina, dikkat ve titizlikle yetiştirdiklerini göreceksiniz. Bu, değişmeyen bir kuraldır. Onun için hayvanları istisna tuttum. Haklarını yemeyim, benden davacı olmasınlar diye. Çocuk, Allah’ın en güzel eserlerinden biri olan bu mucizevi yaratık, o kadar ince, o kadar hassas bir konumda ki, en küçük şeyler, onun saf ve temiz ruhu üzerinde etkiler yapıyor. Eğitim mucizesi o kadar ince, o kadar hassas dengelere dayanıyor ki, meselâ Japonlar, bizde olduğu gibi kristal vazoları, kıymetli ve pahalı bibloları ortadan kaldırmıyorlar. Çocuk doğsa da, onlar yine yerli yerinde kalıyor. Çocuk öyle yetiştiriliyor ki, o vazolara, o biblolara elini bile sürmüyor. Okuldan gelen bir çocuk düşünün. Evde kimseler yok. Baba, işten çıktıktan sonra kulüpte, dernekte, bilmem nerede, anne ya konkende, ya dedikodulu hanım toplantılarında, abla arkadaşlarıyla kafede. Necip Fazıl bir şiirinde ne güzel söylüyor. “Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş.” Belki çocuk o anda okulda arkadaşlarından gördüğü, işittiği bazı yanlış durumları evde biriyle paylaşmak, söyleşmek, içini dökmek istiyor. Ne mümkün. Evde herkes kendi havasında. Günümüzde nefsâniliğin, egoizmin, bencilliğin, müşterek bir sözü var: Hiç vaktim yok, öyle bunaldım ki, ne hâlin varsa gör. Ondan sonra iş yemek faslına gelince ayrı bir işkence başlıyor. Şunu da ye, bunu da ye, yemezsen darılırım, gücenirim. Arkasından rüşvet teklifleri, şunu da yersen sana şunu alacağım. Bütün dikkatler iki şeye çevrilmiş. Yemek ve giyim. Bir de pahalı okullarda çocuk okutmak. Kızılay’ın yarısı dershane oldu. Mütemadiyen yenileri açılıyor. Yeryüzünde hiçbir ülkede böyle bir rezalet yok. Sorumluların, ilgililerin gözlerine nasıl uyku giriyor, düşünemiyorum bile. Hayretler içindeyim. Bu rezalet karşısında kimsenin kılı kıpırdamıyor. Hiç kimse Necip Fazıl gibi;
“Durun kalabalıklar durun, bu yollar çıkmaz sokak,
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
demiyor. Herkes, her şeye omuz silkiyor. Bana ne diyor. Umurumda bile değil diyor. Ama Peygamberimizin şu mübârek Hadis-i Şerifini bir hatırlasalar; “Komşusu aç iken tok yatan, bizden değildir.”
Bütün bu karmaşa, bu toz duman arasında yetişen çocuğa hücumlar başlıyor; Efendim zamâne gençliği şöyle, zamâne gençliği böyle... Ne olur biraz insaflı olsak. Aile içinde, okul içinde, toplum içinde, hep zehirlerle yetişen bir çocuktan ne bekliyoruz? Böyle bir toplumda, ideal bir genç kızın, ideal bir genç erkeğin çıkmasını beklemek biraz hayal değil mi? Okullarda, (ilkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar) hâliyle, tavrıyla, yaşantısı ile, kıyafeti ile, genel kültürü ile, içindeki öğreticilik aşkı ile, öğrencilerine örnek olan, rehber olan, ışık olan kaç hoca var? Toplum, gazetesi ile, (hele o gazetelerin rezil pazar ilâveleri ile) televizyonu ile, hele o televizyonlardaki rezil dizilerle, sineması ile, tiyatrosu ile, sokağı ile, trafiği ile nasıl bir örnek sunuyor, sizler benden çok daha iyi biliyorsunuz. Bu şartlar altında yetişen bir gençliğe çatmaya ne kadar hakkımız olacak? Necip Fazıl ne güzel söylemiş;
“Bıçak soksam gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme,
Başsız, başsız adamlar.
Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi.
Anne seccaden gelsin
Bize dua et emi.”
Evet ahval bu. Şartlar böyle. Ama bize düşen görev her şeye rağmen bayrağı dimdik tutarak sonuna kadar yarışı götürmek.
“Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı,
Tek dudaktan dudağa, geçsin ölümsüz şarkı.”
Bakıyoruz çevremize bütün bu patırtı gürültü, bütün bu toz duman içinde, yine pırıl pırıl yetişen insanlar var. Son İstanbul seyahatimde bir hanımefendi ile tanıştım. Evli ve beş çocuklu iken, kocası hepsini yüz üstü bırakarak Almanya’ya kaçıyor. Üstelik babası da ağır hasta. Bu mübârek kadın, ki ismini Fatıma annemiz koydum; canını dişine takıyor, çocuklarını besliyor, büyütüyor, gül gibi tertemiz, pırıl pırıl yetiştiriyor. Fatıma annemizin yüzü, inanılmaz bir nur içinde. Bakışları bir pınarın gözesi gibi. Çocuklarının her biri ayrı ayrı birer insanlık örneği. Allah hepsinden razı olsun.
Geçenlerde radyoda işittim. Gözlerim yaşardı. Bir mübârek İslâm hanımefendisi anlatıyordu; “Merhum kocamdan bir Bağ-Kur maaşı kaldı. O paranın yarısı ile oturduğum tek gözlü evin kirasını ödüyorum. Kalan parayla da iki günde bir, bir belediye ekmeği ve bir şişe süt alıyorum. Allah’ım sana nasıl şükredeceğimi bilemiyorum. Bana verdiğin bu saltanatı bütün insan kardeşlerime de nasip et.”
Allah böyle güzel insanların sayısını artırsın. Allah cümlemize hayırlı evlât nasip etsin. Müsaadenizle…
|