Merhum Savcı Rânâ Tandoğan
Kırk dört yıllık hayat arkadaşım merhum Rânâ Hanım, 14 Şubat sabahı Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Allah gani gani rahmet eylesin. Allah’ın nuru, Peygamber’in şefaati üzerine olsun. Kırk dört yıllık evliliğimiz süresince Rânâ Hanım’a sadece sevgi, saygı ve hayranlık duydum. Zaman zaman düşünürdüm. Acaba Rânâ Hanım bir insan mı, yoksa gökten inen bir melek mi? Bir insanın bu kadar asil, bu kadar kibar, bu kadar hanımefendi olacağı tasavvur bile edilemezdi. Dâima Allah’la beraber yaşadı. Allah aşkının somut bir örneği olarak yaşadı. Kırk dört yıl içinde bana bir kere abdestsiz çorba pişirmedi. Aramızda bir kere bile kavga, gürültü, münâkaşa olmadı. O, sadece bana karşı değil, herkese karşı bir melek gibiydi. Ufacık çocuklara da, yaşlı insanlara da, hep edep, saygı ve güzellik içinde davrandı. Kırk dört yıllık evliliğimiz süresince ağzından bir kere küfür, argo, kaba bir kelime çıkmadı. Hayatın bütün durumlarında aynı kaldı. Sanki edebin, inceliğin, zarâfetin erişilmez bir örneği idi. Bir kere dahi ağzından bir gıybet sözü çıkmadı. Hayatı boyunca kıskançlık duymadı. Bir günün namazını ertesi güne bırakmadı. Danıştay Savcılığından emekli oldu. Gündüz kılamadığı namazlarını akşam eve geldikten sonra kazâ ederdi. On sekiz yaşında yakalandığı ülser, hayat boyu devam etti. Bir gün dahi orucunu tutmamazlık etmedi. Her zaman aynı şeyi söylerdi. Midesinin en rahat olduğu zamanın Ramazan olduğunu, bu mübârek ayda huzura kavuştuğunu, midesiyle ilgili en ufak bir şikâyeti olmadığını söylerdi. Yardım etmek, hangi yaşta, statüde olursa olsun, insanları memnun etmek, sevindirmek en çok zevk aldığı bir durumdu. Bu yolda hep kafa yorar, acaba kime ne iyiliğim dokunur, kime ne hayır yapabilirim, kimi nasıl memnun edebilirim diye sürekli düşünürdü. Çok misafirimiz gelirdi. İkimiz de misafiri çok severdik. Evliliğimiz süresince bir kere bile hazır olarak dışarıdan şunu al, bunu al, demedi. Kısa bir süre içinde birbirinden güzel ikramlar hazırlar, istisnasız bütün misafirleri memnun ederdi. Her şeyi o kadar özenle, o kadar dikkâtle yapardı ki, bazen sofraya oturduğumuzda dakikalarca elim salataya gidemezdi. Sanki o bir salata değil, sanat eseriydi. Salata malzemelerini o kadar özenle, incelikle, renklerine dikkat ederek bir araya getirirdi ki, bakmaktan estetik bir zevk alırdım, yemeye kıyamazdım.
Yeni evlendiğimiz günlerde idi. Bir öğle tatilinde yemek için eve geldik. O zaman Sıhhiye Cihan Sokak’ta oturuyorduk. Yemeğimiz yoktu. Tereyağına yumurta kırıp yiyecektik. Ben sofrayı hazırlıyordum. Rânâ yumurtanın başında idi. O kadar dikkâtle, hassasiyetle yumurtanın pişişini tâkip ediyordu ki, dayanamadım; “Aman Rânâ” dedim. “Nihayet yaptığın bir yağda yumurta. Seni görenler de Nasa Üssü’nden fezaya hava gemisi gönderiyor sanacaklar.” Rânâ hiç sesini çıkarmadı. O arada ben de sofrayı hazırladım. Sonra pişirdiği yumurtayı ortaya getirdi. Bugün gibi hatırlıyorum. “Bak Sabri,” dedi. “Yumurtanın bir pişme kıvamı vardır. Önemli olan o ânı yakalayabilmek. Eğer erken alırsan, yumurta çiğ kalır, sulu olur, tadını alamazsın, geç alırsan köseleye döner, yine tadını alamazsın. Önemli olan o hassas noktayı hissedip tam zamanında ateşten alabilmek.” Eşime duyduğum saygı ve hayranlık o gün daha da çok artmıştı. Kırk dört senedir onu unutamadım. O, her konuda titizdi, dikkâtliydi, saygılıydı. Bulaşık yıkarken tabakları, bardakları, fincanları besmeleyle eline alır, besmeleyle yıkar, besmeleyle durulardı. Ve yine besmeleyle kuruması için tele kapatırdı. Bütün evliliğimiz süresince Rânâ’nın bir kere, bir tabak, bir bardak, bir fincan kırdığını görmedim. Yemek yaparken o kadar dikkâtli, o kadar saygılı hareket ederdi ki, siz onu ibadet ediyor sanırdınız. En hafif, en kolay, en basit çorbada bile ortaya inanılmaz bir lezzet çıkardı.
Merhum Rânâ, hayatta her durum karşısında dâima itidal içinde, edeple, saygıyla davranırdı. Onun ne meslek hayatında, ne özel hayatında hiç kimseyle münâkaşa ettiğini, bir dargınlığın, bir kırgınlığın ortaya çıktığını görmedim. Bazı çevreler tarafından yanlış anlaşılsa bile bunu mesele yapmaz, nasıl olsa gerçekler bir gün ortaya çıkar, Allah her şeyin iç yüzünü herkesten daha iyi bilir, derdi. Evliliğimizin ilk yıllarında idi. Bir gün ona Abdulkadir Geylani Hazretlerinin “Fütuhul Gayb” isimli eserini hediye etmiştim. Onu o kadar çok sevdi ki, bir ömür boyu gece gündüz yanından ayırmadı. Rânâ Hanım bir Hadis âşığı idi. Sürekli olarak Peygamber Efendimizin Hadislerini okur, üzerlerinde düşünürdü. Sohbetlerinde sık sık zikrederdi. Hep dini ve mânevi konuların sohbet konusu yapılmasını ister, dedikodudan, malayaniden hiç hoşlanmazdı. Konuşma böyle bir mecraya dökülse, derhal rahatsız olduğunu, sıkıldığını belli eder, hemen oradan uzaklaşırdı.
Rânâ’yı resme ve yazıya teşvik ettim. Görenlerin hayranlıkla seyrettiği, çok güzel tablolar yaptı. Yıllarca günlük tuttu. Sonra onları “Günlüğümden” ismiyle bastırdı. Orada duyguları, düşünceleri, hayat olayları karşısındaki tepkileri ve izlenimleri açıkça yazıldı. Birçok kimse, Rânâ’nın günlüklerini okumaya doyamadıklarını söylediler. Rânâ aynı zamanda çok güzel dikiş dikerdi. Bir çok elbiselerini kendi dikmişti. Hangi evde oturduysak inceliği ve zarâfeti ile orayı bir cennet köşesi hâline getirirdi. Her zaman Hak’la beraberdi, Peygamber sevgisiyle yaşadı. İslâm büyüklerine, velilerine sınırsız bir sevgi, saygı duydu. Hayatı boyunca ağzından bir kere negatif bir kelâm çıkmadı. Hep hayır söyledi, hayır konuştu, hayır diledi. Yattığı yer nurla dolsun. Mekânı cennet olsun. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun. Sizlerden ricam, bu mübârek hanımefendinin ruhunu Yasinlerle, Fatihalarla, indireceğiniz hatimlerle şâd edin. Ve içinizden bazı kimseler O’nun mübârek adını çocuklarına koyarlarsa beni de mutlu ederler.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.
|