subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

Hayata Anlam Verebilmek

Senelerce, senelerce evveldi. Posta Caddesi’nde şimdiki Modern Çarşı’nın olduğu yerde Devrim İlkokulu vardı. İlkokulu orada okudum. Öğretmenlerim, arkadaşlarım bugün gibi gö­zümün önünde. Birçoğunun numarasını bile hatırlıyorum. Oku­lumuzun karşısında bir işhanı vardı. Kapısında boyacı Osman Efendi bulunurdu. Osman Efendi inanılmaz güzellikte ayakkabı boyardı. Dal inceliğinde, post bıyıklı, güzel, kendi alanında Ankara’da eşi bulunmayan bir insandı. Boyadığı ayakkabı pırıl pırıl oluncaya kadar hiç üşenmeden cilâ sürerdi. Hayatımda onun kadar güzel fırça kullanan boyacı görmedim. Fırçalar onun elinde şiirsel bir hüviyet kazanırdı. Cilâ bezini sımsıkı par­maklarına sarar, öyle bir ayakkabı derisine emdirirdi ki, seyrine doyum olmazdı. Bir gün annemle gezmeğe gidecektik. Annem “yavrum” dedi, “acele ayakkabılarını boyat, gel.” Hemen Osman Efendi’ye gittim. “Osman Efendi, acele boyar mısın, annemle gezmeğe gideceğiz” dedim. Osman Efendi’nin kaşları çatıldı, “hayır boyayamam” dedi. Israr ettim, “imkânsız” dedi. Sebebini sordum. “Acele işten hayır gelmez, biri görür de Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu mu derse, benim intihar etmem gerekir.” O gün Osman Efendi bana güzel bir ders vermişti. Ömür boyu unutamadım. O söz bana hep ışık tuttu. Gerek talebeliğimde, gerek memuriyet hayatımda yolumu aydınlattı. Önemli olan, bir işi mümkün olan güzellikte, temizlikte, zarafet ve incelikte ortaya koyabilmektir. Rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar buna “mükemmellik ruhu” diyordu.


Aradan yıllar geçti. Lisede öğrenciyim, o zamanların An­kara’sında tanınmış bir terzi olan Sabri Yılmaz Yanık’a dikiş diktiriyorum. Kumaşı götürdüm. “Efendim, bir hafta sonra ak­rabamızın düğünü var, lütfen yetiştirir misiniz?” Sabri Yılmaz “dikiş bu, hiç belli olmaz, hayırlısı” dedi. Hafta içinde provalar yapıldı, hiç unutmuyorum, bir Cumartesi günü idi; elbise teslim edilecekti. Gittim. Elbiseyi giydim, “eline sağlık, pek güzel ol­muş. Teşekkür ederim” dedim. Sabri Yılmaz itiraf etti. “Hayır, soI omuzun arkasında bir potluk var, veremem” dedi. O gece düğünde yeni bir elbise giymenin gençlik heyecanı içinde, “ustacığım, ben memnunum, müsaade et de bu gece giyeyim” dedim. “Hayır teslim edemem. Senin memnuniyetin beni ilgi­lendirmez. Sonra, arkamdan, Sabri Yılmaz’ın diktiği elbise bu mu imiş dedirtmem kendime. Kol sökülecek, yeniden takılacak. Haftaya Cumartesi gel al” dedi. Ertesi hafta gittim, yine vermedi. “İstediğim gibi olmamış, hata devam ediyor” dedi. Ve bu durum üç kere tekrarlandı. Artık itiraz etmenin fayda vermediğini görmüş, sessiz kalmıştım. Nihayet beşinci hafta elbise teslim edildi. Dikiş inanılmaz güzeIIikte idi. Hayat boyu o kadar güzel dikilmiş bir başka elbise giymedim. Fakülte hayatım boyunca, sınavlara girerken hep o elbiseyi giydim. Sonradan arkadaşım olan bir profesörüm, “Sabri” demişti, yarı şaka yarı ciddi, “elbisen o kadar şık, o kadar güzeldi ki, daha kapıdan girer girmez tam not alıyordun.” Sabri Yılmaz Yanık ömür boyu sevgi, saygı, hayranlık duyduğum insanlardan biri idi. Çünkü işine ve mesleğine karşı son derece saygılı idi. Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, sıradan, lâlettayin, alelâde gibi kelimeler yok. Japonlara göre, her şey önemli, büyük, yüce harikulâde.


Hacettepe Üniversitesi’nde profesör olan bir arkadaşım an­latmıştı: “Görevli olarak Tokyo’da bulunuyordum. Sabahleyin otelden ayrılırken, resepsiyondaki görevliye, lütfen demiştim, beni ziyarete gelenleri, telefonla arayanları bir kağıda yazıverin. Akşam otelin kapısından girerken, görevli memur, büyük bir nezaket ve saygı ile ayağa kalkmış, gümüş bir tepsi içinde, bir pusula uzatmıştı. Beni arayanların listesiydi bu. Ve bütün isimler çok güzel bir daktilo yazısı ile, harikulâde güzel ipekli bir kağıda yazılmıştı. Önemli olan yapılan iş değil, o işin nasıl yapıldığıdır. Bundan kırk yıl kadar önce idi. Yeni evlenmiştik. Bir öğle ta­tilinde eve geldik. Eşim Rânâ Hanım, tereyağına yumurta kı­rıyor, ben de sofrayı hazırlıyordum. Bir ara dikkat ettim, eşim son derece büyük bir dikkatle, gözlerini yumurtaya dikmiş, her zamanki edepli hali ve sükûneti ile bekliyordu. Takılmak istedim: “Seni görenler de, sanki Nasa üssünden feza gemisini uçuracak bir görevli sanacak.” Rânâ sesini çıkarmadı. Yumurta sahanını sofraya koyduktan sonra, “bak Sabri, yumurta pişirmenin öyle kritik bir ânı vardır ki, o andan evvel yumurta alınırsa çiğ kalır, cıvık olur, tadı çıkmaz. Geç alınırsa, yumurta katılaşır, kösele gibi olur, yine tadı çıkmaz. AsIolan o yumurtayı zamanında alarak, ağız tadı ile yemektir.” dedi. Hep düşünürüm, bir ülkeyi gezmeğe gitsek, o ülkenin pahalı, en büyük restoranına yemek için gitsek, gelen yemeğin tabağı iyi yıkanmamışsa, bir ucunda minicik bir kir kalmışsa, tiksinir, midemiz bulanır, oradan kar­nımız aç olarak, çok kötü izlenimlerle çıkarız.


Sakarya Caddesi’ndeki Bilgi Kitabevi’nin sahibi Sayın Ahmet KüfIü Beyefendi kırk yıllık dostumdur. Kendi alanında bir ben­zeri olmayan, hassas, titiz, mesleğine âşık bir insandır. İlk gününden itibaren işini büyük bir ciddiyetle, özenle yürütür. Bir zamanlar, yayınevinin Zeki Bey isminde inanılmaz titizlikte bir musahhihi vardı. İşini bir ibadet heyecanı içinde, aşkla yapardı. “İhtilâl olmuştu” diyor Ahmet Bey, “gece sokağa çıkma yasağı konmuştu. Biz gece matbaada çalışıyorduk. Kapı vuruldu. Saate baktık, ikiyi geçiyordu. “Hayrola Zeki Bey” dedik. Zeki Bey içeri girdikten sona, “çok üzgünüm, bir virgülü yanlış kullan­mışım, gece yattım uyuyamadım, sokağa çıkma yasağı oldu­ğunu biliyorum ama, hapse atılmayı göze aldım, tashihe geldim, beni bağışlayın” dedi. Uzun yıllar önce, Ahmet Bey bunu bana anlattığında ürperdim. Gözlerim doldu.


Bazı kimseler için bu anlatılanlar birer fantezi gibi gelebilir. Omuz silkerler. “Aman sen de. Ne olmuş yani. O, onların fikri” derler. Başımı edeple önüme eğer, sesimi çıkarmam, ama ben öyle düşünmüyorum. Fertleri ve milletleri ilerleten, yücelten hep o mükemmellik duygusudur. O duygudur ki, insanları mânevi hayatın doruklarına çıkarır. O duygu ile insanlar aşk içinde yaşar, ışık içinde göçerler. Dostun evi olan gönüllere, o duygu ile girilir. O duygu ile hayat, renkle, ışıkla dolar, baştan sona muhteşem bir şiir olur. İnsan o duygu ile sever, sevilir ve “aşk gelicek, cümle eksikler biter” der. Ne mutlu o duyguyu yaşa­yanlara.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]