subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

Nasreddin Hoca

Anadolu kültürünün yetiştirdiği en büyük, en yüce insan­lardan biri de Nasreddin Hoca’dır. Bazı kimseler, Nasreddin Hoca’yı sadece güzel esprileri olan bir kimse olarak tanırlar, hikâyeleri anlatıldığı zaman da göbeklerini hoplata hoplata gülerler. Bu bakış açısı çok yanlış, çok noksandır. Nasreddin Hoca, Anadolu kültürünü nakış gibi işleyen en güzel, en büyük, en yüce insanlardan biridir. O, hem bir âlim, hem bir mu­tasavvıftır. Nasreddin Hoca, çok küçük yaştan itibaren bir yan­dan insan ruhunu, bir yandan toplumu anlayabilmek için ola­ğanüstü bir çaba harcamıştır ve sanırım insanlık kültür tarihinde Nasreddin Hoca kadar insan ruhunun derinliklerine inebilmiş çok az kimse vardır. Birtakım ezber sloganlarla insan hakkında, toplum içindeki insanın konumu hakkında ahkâm kesmek ko­laydır. Genellikle insanların yaptığı da budur. Şu şöyledir, bu böyledir demekle acaba neyi halletmiş oluruz? Aslında hayat her an bir değişim içindedir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, her an yeni bir şe’n üzeredir.” buyruluyor. Evet, hayat her an bir oluşum, bir değişim, bir başkalaşım içinde. Önemli olan ne dünde takılıp kalmak, ne de yarın endişesiyle bugünün gü­zelliklerine sırt çevirmektir. Bir ilâhide ne güzel anlatılır:


“Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.”


diye. İşte Nasreddin Hoca “an”ın büyüklüğünü hissedebilmiş, görebilmiş ve davranışlarını ona göre ayarlayabilmiş nadir in­sanlardan biridir. İnsan; kâinatın en büyük sırrı. Yalnız Yüce Peygamberimiz ve O’nun izinden giden veliler bu güzelliği gö­rebildiler, tadabildiler, yaşayabildiler. Herkes kendine göre in­sanları tanıdığını sandı. Ama yanıldılar. Attila İlhan bir şiirinde bu gerçeği ne güzel anlatıyor:


“Anladım imkânsız şey, bir insanın bir başka insanı anlaması.”


Mevlânâ, ne güzel söylemiş:


“Dün, dünle beraber geçti cancağızım


Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.”


İnsanın bilinmezliğini Nobel armağanı kazanan Aleksi Carel, o meşhur kitabına “İnsan Bu Meçhul” demekle ne güzel an­latmıştı. Nasreddin Hoca’nın bütün hikâyelerinde yeryüzündeki bütün insanların faydalanacağı, ders alacağı ne güzel mesajlar vardır. İsterseniz bir tek hikâyesini anlatarak onun ne büyük, ne güzel bir eğitici, öğretici, mürşit olduğunu anlayabiliriz. Bir gün Nasreddin Hoca uyanır. Hanımı der ki: “Hoca, gece yağmur yağdı, çatı aktı. Bir zahmet çatıya çık da tamir et.” Hoca, “Peki, hanım.” der, çatıya çıkar, tamire başlar. O sırada kapı çalınır. Nasreddin Hoca çatıdan bakar, kapıda bir adam duruyor. “Hayrola,” der, “ne istiyorsun?” Adam, “Hocam,” der, “ben fa­kirim. Çaresizim. Bana lütfen yardım et.” Hoca, “Biraz bekle,” der, “iniyorum.” Damdan üçüncü kata, oradan ikinci kata, ora­dan birinci kata iner, kapıyı açar. “Hoşgeldin kardeşim” der, adamı elinden tutar, ikinci kata, oradan üçüncü kata, oradan çatıya çıkarır, sonra “Allah versin.” der. Şimdi olaya biraz ta­savvuf açısından bakalım. Evet, asırlarca insanlar bu hikâyeyi birbirlerine anlatmışlar sonra gülmüşlerdir. Efendim, Nasreddin Hoca’nın çatıda olması onun mânevi bakımdan çok ileri dü­zeyde bir mürşit olduğunu gösterir. Kapıyı çalan, yardım isteyen aslında mânen ilerlemek isteyen bir öğrencinin simgesidir. Nasreddin Hoca, burada çok büyük bir edep, saygı ve incelik gösterir. Katları inip kapıya gitmesi ve açması onun talebenin düzeyine inmesi demektir. Bu, insan eğitiminin en önemli bir ilkesidir. Hoca, talebenin düzeyine inecek, ona o düzeyden seslenecektir. Aksi takdirde söyleyeceklerinin hiçbir faydası olmaz. Kerrat cetvelini bilmeyen bir insana yüksek matema­tikten bahsetmek biraz gülünç olmaz mı? Nasreddin Hoca, talebesinin elinden tutuyor, sonra onu mânâ âleminin bütün katmanlarında hazmettirerek dolaştırıyor, sonra en yüce kat­mana çıkararak “Allah versin evlâdım.” diyor. Yani, sen artık yetiştin, olgunlaştın, kemâle erdin, mürşitlik yapabilecek düzeye geldin. Bundan sonra insanların arasına katılacak, onların elle­rinden tutarak yol göstereceksin. Onlara huzurun, mutluluğun, güzelliğin, edebin, asaletin kapılarını açacaksın.


Bugün bazı kimseler görüyoruz. Her nasılsa televizyonda bazı programlara geçip kurulmuşlar. Sadece kendi kaprislerini tatmin edecek iri iri lakırdılar ediyorlar. Bilim adamı pozunda hepsi. Siz iş mi yaptığınızı sanıyorsunuz? Bırakın memleket sathını, kendi çevrenizde bu kelimelerin mânâsını bilen kaç kişi var? Anlattığınız konuyu siz de bilmiyorsunuz. Kendi anlama­dığınız (hiç mi hiç yaşamadığınız) kavramları güya ilim maskesi altında bize yutturmaya çalışıyorsunuz. Nazım Hikmet bir şiirinde,


“Memlekete kıymayın efendiler”


der. Sizler gerçek bilim adamı iseniz, gerçek aydın iseniz, memleketinizi, onun çilekeş insanlarını küçümseyerek, onlara tepeden bakarak, alay edercesine lügat paralar mısınız? Bili­yorsunuz, batıda “vülgarize etmek” diye bir kavram var. Yani en ağır, en koyu bilimsel meseleleri halkın anlayabileceği şekilde sadeleştirmek. Yıllarca evvel böyle bir kitap okumuştum. Bir bilim adamı, kuantum fiziğini anlatıyordu. Vülgarize edilmişti. Bir bölümünü apartmanın kapıcısına okudum, anladı. Sizin entel-dantel konuşmanızı on beş bilim adamına sordum. Hiçbiri bir şey anlamadığını söyledi. Bizler, bir bilinmeyeni bir başka bilinmeyenle izah ettiğimiz zaman bir şey yaptığımızı sanıyoruz. Sonra da kasım kasım kasılıyoruz. Allah cümlemizi ıslah etsin. Churchill’e sormuşlar: “Efendim, demişler, politikacı kime der­ler?” Churchill cevap vermiş: “İki saat konuştuğu halde, hiçbir şey anlatmayan insan.”


Bir gün Nasreddin Hoca kahveye gitmiş. Camın önünde oturuyormuş. Bir hindi sürüsü geçiyormuş. Bir adam gelmiş yanına, hindileri göstermiş. “Hocam, bunlar nedir?” Nasreddin Hoca bakmış, cevap vermiş: “Onlar, onlar” demiş. Adam “Sağolasın Hocam, anladım” demiş ve tekrar sormuş: “Hocam,” demiş, “peki çenelerinden aşağı doğru sarkan o kırmızı şeyler nedir?” Hoca cevap vermiş: “Onların, o’su”.


Ne olur Nasredin Hoca hikâyelerini okuduğumuz zaman sadece gülmekle yetinmeyip, o hikâyelerde anlatılanların de­rinliğine inmeye çalışsak, insan ruhunun sonsuz nüanslarını biraz olsun kavramaya çalışsak... Hepinizi saygıyla selâmlı­yorum.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]