subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yozlaşan Kültürümüz

İçinde yaşadığımız hayata, ister çarşıda pazarda gezerken kendi gözlerimizle, ister radyo, televizyon, gazete gözü ile ba­kalım, her gün bir şeylerin yitip gittiğini görürüz. Öyle bir kültür yozlaşması yaşıyoruz ki inkârı mümkün değil. Bütün televizyon kanallarını karıştırın, ibretle, ders alarak, bir şeyler öğrenerek izleyebileceğimiz kaç program bulabiliriz. Bugün Türk basınında gönül rahatlığıyla başyazar diye okuyabileceğimiz kimler var? Lise, üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Gazeteler öyle dolgun, öyle zengin çıkarlardı ki, elimde makas, makale kesmekten ellerim yorulurdu. Bugün şu yazıyı da kesip saklayayım diye­bileceğimiz birkaç yazı acaba çıkar mı? Misafirliklerde sohbet unutuldu. Fikir alışverişi unutuldu. Televizyon başköşeye kurul­du. Ama sayılı bir iki programın dışında, televizyonun faydası mı çok, zararı mı çok? Bir anket yapılsa, acaba sonuç neye varır? Bugün adı köşe yazarına çıkmış nice kimseler var ki, yarın onları kim hatırlayacak? Düşüncenin, bilimin, sanatın çilesini çekmeyenler, buz üstüne yazı yazanlar, kendi zamanlarını da, başkalarının zamanlarını da boşa harcamış olmuyorlar mı? Hayatı, insanı, varoluşu tanımanın kolay olduğunu söyleyenler, daima bir aldanış içindedirler. Yunus, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz” der. Bir insanın kendini yetiştirmesi, belli bir düzeye gelmesi, çok çetin bir iştir. Kabiliyetin yanı sıra, büyük kaynaklarla, içten ve sürekli olarak temas ve günü gününe, muntazam bir çalışma gerekir. Başarı kendiliğinden gelmez. Bunu bir şans olarak görenler, uyarılıyorlar. Edison elektriği bulmak için, iki yüz bin deney yapmıştır. Yahya Kemal bazı şiirlerine on beş yıl emek harcamıştır. Bir yazar, Hallacı Mansur’un hayatını yazabilmek için kırk yılını verdi. Yıllar önce Nobel edebiyat armağanını kazanan bir yazara, havaalanında bir gazeteci soruyor. Efendim diyor, siz en büyük edebiyat armağanını kazandınız, şimdi eve gidince, ilk olarak ne ya­pacaksınız? Yazar, eve gittikten sonra masama oturacağım, nasıl daha iyi yazı yazılır konusunda araştırmalar yapacağım diyor. Önemli olan, her gün daha iyiye, daha güzele gitmeyi bir yaşama üslûbu, bir aşk haline getirmektir. Resulullah Efendimiz “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” buyurmuyor mu? İnsanlar kendilerini irfanlı olmağa, kâmil insan olmağa götü­recek ilmi öğrendikçe, alçak gönüllü, edepli, ince ve zarif olurlar. Ahmet EI Rifaî Hazretleri ne güzel söylemiş: “Hakk’a varan kapıların hepsini kapalı gördüm, ancak tevâzu kapısını açık bularak, oradan içeri girdim.” İnsanı anlamak kadar, insanı çözmek kadar, insan olmak da çok çetin iştir. Tevâzu kapı­sından geçmeyen, insan olmaya doğru bir adım atamaz. Büyük Yunus kendi mübarek zatını ortaya koyarak, bu gerçeği ne güzel anlatır:


Miskin Yunus sen seni


Bir adam mı sanırsın


Halini miktarını


Bil derlerse ne dersin.


İnsanlar, kendi esmalarından olan kimselerle kolayca anla­şır, bağdaşırlar. Anlaşmak için, az çok bir mânâ iştiraki lâzımdır. Ama bu durum bize, anlaşamadığımız kimselere de hürmeti, edebi, inceliği unutturmamalı... Mısrî Niyazi Hazretleri ne güzel söylüyor:


Ben sanırdım halk içinde hiç bana yar kalmamış


Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar kalmamış.


Bilelim ki bu dünya, her harfi binbir incelikle, hikmetle ve mânâ ile dolu bir kitaptır. AIlah’ın nuru ile dolu bir mukaddes kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de “Ne yana bakarsan bak AIlah’ın vechi oradadır.” buyrulur. Yunus, “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” der. Bu mânâ ve hikmetleri, bu sonsuz incelikleri ve nuru burada görenler için, bu dünya bir cennettir. Fakat, bunu görmekten mahrum olanlar için, dert, gam, sıkıntı, çile ve işkence yeridir. İnsan şükrünü arttırdıkça, Allah da ni­metini arttırır. Rıza ve teslimiyetten, edep ve sabırdan uzak­laştıkça, dertler de çoğalır. Yunus “Aşk gelicek cümle eksikler biter” der. Her zerrede Allah’ın kudretinin, yüceliğinin, güzel­liğinin müşahedesi, insana öyle bir heyecan verir ki, o zaman Yunus gibi “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” deriz. “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni.” Aşk öyle bir mekteptir ki, insan kendi söyler, kendinden öğrenir. Ancak, Muhammedî bir aşkla, bütün kâinatı kucaklayanlar, kemal ve irfan yolunda yürüyebilirler. İbadet, gerçek güzelliğini Muhammedî aşkla beraber kazanır. O zaman, tek istisna ol­madan yeryüzündeki bütün insanlar, bütün hayvanlar, bütün bitkiler ve cemâdat heyecanla kucaklanır. Ebedî hayat, ancak cânana yani külle ulaşmakla mümkündür. Her söz bizi biraz daha aşka, ebedî güzelliğe, Allah’a yaklaştırırsa bir anlamı vardır. Aşkı olmayanın, huzuru ve neşesi de olmaz. Huzurlu, mutlu ve güzel insanlar, bütün mevcudatta Hakk’ı görenlerdir. Gıdasını aşktan alan bir gönül için, varılamayacak hiçbir güzellik yoktur. Hayatımızın hiçbir ânında unutulmaması gereken bir gerçek var. Biz bu dünyaya yiyip içmek, çalıp söylemek, yatıp uyumak için gelmedik. Varoluşumuzdaki amaç, her an daha iyiye, daha güzele, tekâmüle doğru gitmek... Eğer okuduk­larımız, dinlediklerimiz, gördüklerimiz bizi müspet alana doğru değil de, menfi alana götürüyorsa, bu hayata, varoluşa ihanet değil de nedir? Eğer televizyonlarla, gazetelerle, filmlerle top­luma egemen olan kültür, bizi her gün nefis bataklıklarına götürüyorsa, o hayatlara yazık değil mi? Bu kaybolan zaman­ların hesabı nasıl verilecek? İnsanoğlunun yapısı o kadar has­sas ki, her şey onu etkiliyor. Bazan bir insanın önemsiz dediği bir husus, başka bir insanı perişan edebiliyor. O bakımdan okuduklarımıza, işittiklerimize, gördüklerimize karşı son derece dikkatli olmak zorundayız. İmkân nisbetinde menfiden uzak­laşmak, müspete yaklaşmak, bizim için bir amaç olmalı. Her gün nefsaniyet denizlerinde kulaç atmak, bizi biraz daha fıt­ratımızdan uzaklaştırıyor. Öyle bir an geliyor ki, kendi kendimize karşı yabancılaşıyoruz. “Yabancılaşma kavramı” modern edebi­yatta en çok işlenen konulardan biridir. Ne acı bir durum. İnsanoğlu kendi ipini kendi çeken bir cellata döndürülüyor. Her gün biraz daha tevhide doğru yürümemiz gerekirken, her gün biraz daha tevhitten uzaklaşmamız ne acı bir sonuç. Yozlaşan kültürle, mânevi gıdalarını alıyoruz sananlar için yabancılaşma, kendi fıtratından uzaklaşma, kaçınılmaz bir sonuçtur. Tevhidin güzelliği ile iki dünyalarını bir gül bahçesine çevirmek iste­yenlerin önlerindeki en büyük uçurum budur.


Mutluluk öyle bir kokudur ki, başkalarına serperken üstü­müze de birkaç damla sıçrar. Bütün varlığımızı iyi olana, güzel olana, müspet olana çevirelim ki, bizim de içimiz güzelliklerle dolsun. Unutmayalım ki, içte ne varsa, dışa da o yansır. Vaktiyle bir adam hamamda kil ile yıkanıyormuş. Birden kilden bir gül kokusu çıkmış. Adam kile sormuş. Nasıl böyle bir koku çıka­rabiliyorsun? Bunun sırrı nedir? Kilden cevap gelmiş. Biliyorum demiş, ben bir toprağım, ama üç gün gül ile arkadaşlık yaptım da, kokum ordan geliyor.


Allah cümlemize güllerle arkadaşlık yapıp, gül gibi kokmayı nasip etsin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]