subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

Aşk Peygamberi

Ahmet Muhip Dıranas bir şiirinde:


“Aradıkları şey nedir ki yaz kış


Dolaşırlar şehrin sokaklarında” diyor.


Bu iki mısra ile sadece bizim insanlarımızı değil, aynı zamanda bütün dünya insanlarını anlatıyor. Bugün ne yazık ki, insanlık bütün zâhiri debdebesine, şaşaasına rağmen tarihte misli görülmemiş bir sefalet, bir perişanlık içinde. Her türlü ahlâksızlığın cirit attığı bu arada bir şerefsiz gazeteci çıktı. Resûlullah Efendimizin karikatürlerini çizme cüretinde bulundu. Bu tarihin en şerefsiz bir olayıdır efendim. Allah nasip etti, ben doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Avrupa’yı gezdim. Gördüğüm şu, Danimarka’daki pislik, sefalet, rezillik, yemin ederim ki, dünyanın hiçbir yerinde yok. Ve o şerefsiz, alçak gazeteci kâinatın tek ışığı, tek nuru Resûlullah Efendimizin çok çirkin karikatürlerini yapıyor. Sonu ne oldu biliyor musunuz? Cayır cayır yandı arkadaşlar. Oturduğu evde yangın çıktı, bütün hücreleri ateş içinde kaldı. Allah ruhunu da ateş içinde bıraksın. Şimdi bugün sadece Batı, sadece Amerika değil, bizler de açık konuşalım İslâm ülkelerinde gaflet, dalâlet, ihanet içindeyiz. Neye karşı? Kur’an-ı Kerim’e karşı. Neye karşı? Hadis-i şeriflere karşı. Neye karşı? Sünnetullah’a karşı. Hadi bakalım, o koca koca bilim adamları, filozoflar, getirsinler yaşama nizâmı. BuyursunIar. Hepsini gittim, gezdim, gördüm. Pislik, sefalet. Versay sarayını geziyorum. Hepiniz okudunuz, ilkokuldan, or­taokuldan itibaren. O 16. Lui’lerin, Mari Antuanet’lerin yaşadığı Versay Sarayı. Gittim ve ne gördüm biliyor musunuz? Yaz günü su falan çok içiliyor. Görevli memura sordum, dedim “affe­dersiniz tuvalet nerede?” Ne dedi biliyor musunuz? “Tuvalet yok efendim” dedi. Sanki adam benimle alay ediyormuş gibi geldi. Dedim “kardeşim koskoca 16. Lui’nin, Mari Antuanet’in yaşadığı yerde tuvalet olmaz olur mu? Benimle alay mı ediyorsunuz?” Adam, “estağfirullah efendim, hakikaten tuvalet yok” dedi. “Peki bunlar ihtiyaçlarını görmüyorlar mıydı?” dedim. Ne dedi biliyor musunuz? “Görüyorlardı efendim” dedi. “Lâzımlıklarda görü­yorlardı. Sonra o lâzımlıkları pencerelerden döküyorlardı” dedi. Ben gene inanmadım efendim. “Olmaz bu” dedim. Dedi ki, “şimdi trene biner Paris’e gidersiniz, zaten Versay Paris’in bir banliyösü. Adalet Bakanlığı’na gidersiniz, arşivlerde yüzbinlerce lâzımlık dosyası var” dedi. Durum bu merkezde efendim.


O cânım inanışımızı bıraktık, kâinatların gelmiş, geçmiş, gelecek en muhteşem insanını bıraktık, bu lâzımlığa ihtiyacını gören insanların peşine gittik. Sonuçta böyle oldu. Şu mem­leketin haline bakın. Lütfen biraraya gelelim, bir yarım saat Kızılay’da dolaşalım, bir yarım saat Tunalı’ya gidelim. Ne gö­receğiz? Sıkılmış yumruklar, kenetlenmiş dişler, asılmış çeh­reler. Nur içinde yatsın, affedersiniz rahmetli babaannemin bir sözünü söyleyeceğim. Böyle insanlar için “şeytan yüzüne işemiş gibi” derdi. İnsanlık bugün gafletin, dalâletin, ihanetin zirvesini yaşamaktadır. Filistin her gün, Irak ile beraber binlerce şehit verirken, lütfen bana söyler misiniz hangi İslâm ülkesinden en ufak bir ses geliyor? Gazetelerde okuyoruz, içimiz kan ağlıyor, uykularımız kaçıyor. Çıt yok. Herkes bana ne diyor. Şimdi efendim, bütün mesele şurada. Bu kâinat, bu güzel insanlar boşuna yaratılmadı. Yapılacak nedir? Resûlullah Efendimizin mübârek inançları ve yaşantısı etrafında toplanmak. Başka hiçbir şey yok. O koca koca filozoflar, palavradan başka bir şey değil. Dün gece Tolstoy’un bir kitabını okudum. Muhakkak içi­nizde okuyanlar vardır. “Neden Müslüman Oldum” diye bir kitap yazmış Tolstoy. Tolstoy öyle ıvır zıvır bir adam değil. Dünya edebiyatının en büyük romancısı. Bunu herkes teslim ediyor. Tolstoy ayarında ikinci bir romancı dünya yetiştirmedi. Diyor ki: “Ben Hıristiyan olarak doğdum ama bir türlü baba, oğul ve ruhul kudus üçlemesi beni tatmin etmedi, hep bir hakikati, güzelliği, teslim olacağım bir gerçeği aradım ve onu yalnız Hz. Mu­hammed’de ve müslümanlıkta buldum.” diyor. Yani onu oku­manızı naçizâne tavsiye ederim. Bugün bütün dünya anlamını kaybetmiş yaşamanın. Artık hayatın anlamı diye bir şey kal­mamış. İşte 2. Cihan Harbi’nden sonra o ateist Jean Paul Sartre ile Camus’ler çıktılar egzistansiyalizmi getirdiler. İnsanları büs­bütün karanlığa attılar. Ondan sonra komünizm bir süre başta Rusya olmak üzere birçok ülkelere hâkim oldu. Fakat bir sükût-u hayal getirdiler. Zavallı Rus insanları, o hassas, o ince, o güzel insanlar bugün dünyanın dört bir tarafına fuhuş için, ekmek parasını kazanmak için dağıldılar. Tek gerçek var dünyada. Bırakalım şu nefsaniyetin çırpınmalarını, onu kabul edelim; Resûlullah Efendimizin getirdiği güzellikler. Size bir tek hadis-i şerif söyleyeceğim. Şu anda hepinizin huzurunda ye­minle söyleyeceğim. İnsan bir tek bu hadis-i şerifi yaşasın, aile hayatında, meslek hayatında, toplum hayatında velâyet ma­kamına kadar yükselir. Buyurun deneyin. Nedir o hadis-i şerif? “Ya hayır söyle, yahut sus” Bu bir tane hadisin etrafında kırk yıldır düşünüyorum. Her gün yeni güzellikler buluyorum. İs­tirham ediyorum, elinizi öpeyim. Lütfen sizler de bu hadisin etrafında tefekkür edin ve onu elinizden geldiği kadar, gü­cünüzün yettiği kadar yaşamaya çalışın. Ben bu kadar ülke gezdim, Türkiye’de gezmediğim yer kalmadı. O hadis-i şerifi yaşayan bir kişi görmedim. Lafa gelince şeyh efendiler, ta­rikatlar, bilmem neler. Güzel, hepsi eyvaIlah da, ama ne olur bana bir kişi gösterin “ya hayır söyle yahut sus” hadis-i şerifini yaşasın, tatbik etsin. Ev hayatında karısı ile beraber, çocukları ile beraber bu hadisi yaşasın. Ben yaşadım diyemem. Hâşâ, teeddüb ederim. Ama evlendiğim günden itibaren bu hadisi yaşamaya çalıştım ve çağın en muhteşem evliliğini ben yaşadım. Allah’ın huzurunda söylüyorum. İnanmayan varsa mahşer günü davacı olsun. Nasıl yaşadım? Nikâh memurunun önünden çıktık, evimize geliyoruz. Sıhhiye Cihan Sokak’ta iki odalı, sobalı küçük bir ev. Eşim, Allah gani gani rahmet eylesin, Danıştay Savcısı Rânâ Hanım. Kapının önüne kadar geldik. Rânâ dedim, ikimiz de hukukçuyuz. Bir mukavele yapalım mı? Şaşırdı Rânâ, ne mukavelesi Sabri dedi. Gel, biz elele verelim, diyelim ki, şu andan itibaren eşiğinde bulunduğumuz bu evde yaşadığımız sürece ne senin dediğin olacak, ne de benim dediğim olacak. Yalnız Allah’ın ve Peygamber’in dediği olacak. Tamam Sabri dedi. Rânâ elini uzattı, mukavele imzalandı. 44 sene sürdü evliliğimiz, 2 sene evvel Hakk’a göçtü, nur içinde yatsın. Bizim evde bir kere münakaşa olmadı, bir kere tatsızlık olmadı, bir kere kırgınlık, küskünlük olmadı ve bizim evde para lâfı edilmedi. Yemin ederim ki edilmedi. Neticede ne oldu? Çağın en muhteşem evliliği ortaya çıktı. Peygamber Efendimizin bir tek hadisini ikimiz de elimizden geldiği kadar yaşamaya çalıştık. Eğer hayır söyleyecek bir şeyimiz yoksa o gün, sükût ettik. İlle konuşmak şart değil, öyle sükûtlar vardır ki, en muhteşem konuşmalardan daha anlamlıdır.


Kadir Gecesi. Peygamber Efendimiz o gece Hz. Ayşe’nin hanesinde. Gece kalkıyor, abdest alıyor, saygı ile Hz. Ayşe’nin önüne gidiyor. “Ya Ayşe müsaade edersen ben bu gece Rabbim ile beraber olmak istiyorum.” diyor. Soruyorum size, bütün kitapları alın, bütün feministleri de biraraya toplayın, acaba bir feminist hanımın aklı, hafsalası oraya kadar ulaşır mı? Peygamber düşünün ki, ibadet etmek için hanımından izin istiyor. Ruh bu kadar yücelir, ruh bu kadar mânâ âleminde yol alır. Öyle muhteşem bir kimse ki ResûluIlah Efendimiz, her hareketinde ayrı bir incelik, ayrı bir güzellik, ayrı bir zarafet. Hayatında kimseyi kırmamış, incitmemiştir. Bir gün Mekke’de yolda giderken biri yaklaşıyor ve “Efendim, size bir şey söy­leyeceğim, yalnız çok acele bir işim var bana biraz müsaade edin” diyor. Peygamberimiz iki saat, beş saat, on saat geçiyor hâlâ orada bekliyor. Ertesi gün o adam oradan geçerken, ki bazı kitaplarda üç gün diye okudum. Allah bilir orasını bilemem. Biz gene bugünün sabırsız insanları olarak o bir günü kabul edelim. Adam oradan geçerken, ne bekliyorsun burada diyor. Peygamberimiz, seni bekliyorum diyor. Düşünün, insanlık tarihi böyle bir şey yazmış mıdır? Sen bana dedin ki, beni bekle, bir işim var görüp geleceğim. Pekâlâ dedim, ben de seni bekledim. O fotoğraf karelerini lütfen unutmayalım efendim. Bir gün sokaktan geçiyormuş Resûlullah Efendimiz. Bir çocuk bağırıyor, Peygamber amca, beni biraz bekle gelip elini öpeceğim ama şu oyun bir bitsin diyor. Çocukluğun bütün temizliği, sâfiyeti, gü­zelliği içinde. Peki diyor Peygamber Efendimiz. O kâinatın gel­miş geçmiş en büyük insanı, o çocuğun gönlü olsun diye bir süre ayak üstünde öyle bekliyor. Sonra çocuk geliyor, Pey­gamberimizin elinden öpüyor, Peygamberimiz de onu yanak­larından öpüyor ve onun gönlü yerine gelmiş oluyor. Bu da müthiş bir kare efendim.


Hepinize beni dinlediğiniz için çok çok teşekkürler ediyor, saygılar sunuyorum.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]