Zaman ve İnsan
Bazı kimseler vardır. Sabahtan akşama kadar çırpınırlar, koşuştururlar. Ama bir türlü işlerini yetiştiremezler. Bunun için de üzülürler, kahrolurlar. Yatma vakti gelince yorgun, bitap, perişan kendilerini yatağa atarlar. Uyumaya çalışırlar. Öyle uykudan ne hayır gelirse... Hayatta her şeye olduğu gibi uykuya da hazırlanmak gerekir. İnsan ya ibadet ederek, ya zikir yaparak, ya kendisine huzur, mânevi neşe, rahatlık veren bir yazarı okuyarak yavaş yavaş uykuya hazırlanır. Yatağa problem götürülmez. İnsan yatağa girdiği zaman kendini her şeyden arınmış, temizlenmiş, bir melek gibi hissetmelidir. O zaman az bir uykudan bile İlhan Berk’in tâbiriyle, yüzyıl uyumuş gibi kalkılır. Ben, ona “kuş uykusu” derim. Dinlenmiş, huzur bulmuş, mutluluk içinde kalkılır. Sıkıntılarla, çırpınmalarla, ihtilaç içinde geçen, korkunç rüyaların görüldüğü onbir saatlik bir uykudansa, iki, üç saatlik bir kuş uykusu daha güzeldir. “Nereden biliyorsun?” diyeceksiniz: “Kendimden”. Gerek okul hayatımda, gerek çalışma hayatımda bir gün geç kalmadım, şükürler olsun. Randevularıma muhakkak verdiğim vakitten önce giderim. Ne yaparsam yapayım, ondan zevk alarak yaparım. Ben de Japonlar gibi düşünüyorum. Hayatta basit, önemsiz, sıradan hiçbir şey yoktur. Her iş son derece önemlidir. Bir ayakkabı boyamak, bulaşık yıkamak bile son derece ciddiyet isteyen bir iştir. Çünkü hayatta her şey son derece önemli ve birbirine bağlıdır. Düşünün, çok tanınmış, çok pahalı bir lokantaya gidiyorsunuz. Siparişinizi veriyorsunuz. Kirli bir tabakta yemek önünüze getiriliyor. Ne kıymeti kaldı? Evet, bir lokantanın iyi hizmet vermesinde, bulaşıkları yıkayan kimsenin de, büyük, çok büyük bir katkısı vardır. O, işini baştan savma yaparsa, lokantanın da adı rezil olur.
Bir kitabın, bir derginin, bir gazetenin çıkmasında, rahatça okunmasında tashihi yapan kimselerin çok büyük, çok değerli yerleri vardır. Geçen gün, elli yıla yaklaşan dostluğumuzla her zaman iftihar ettiğim Bilgi Kitabevi ve Yayınevinin sahibi Sayın Ahmet Küflü ile konuşuyorduk. Söz döndü dolaştı, tashih konusuna geldi. Adı efsaneleşmiş bir zatla tashih işleri yürütülürdü: Musahhih Zeki Bey... Ahmet Bey, Zeki Bey’e çok kıymet verir, ondan hayranlıkla bahsederdi. O gün söz döndü, dolaştı, Zeki Bey’e geldi. Bir anısını anlattı: “Bir kitabın hazırlık aşamasındaydık.” diyor, Ahmet Bey. “Kendi matbaamızda sabahlara kadar çalışıyorduk. Bir gece tam 2:30’da kapı çalındı. Açtık, baktık: Zeki Bey. Ta Aşağı Ayrancı’dan Meşrutiyet Caddesi’ne kadar yürüyerek gelmiş. ‘Efendim,’ diyor, ‘bir virgül yanlış kullanılmış, içime sinmedi, uyku tutmadı. Onu düzeltmeye geldim’.” Düşünün efendim, Zeki Bey, bir virgül için; gece 2:30’da matbaaya geliyor. Dikkât ettim, Ahmet Bey bunu anlatırken, kendinden geçmişti. Sevgi doluydu, saygı doluydu, hayranlık doluydu.
Sabah saat sekizde kapı çalındı. Tertemiz ifadeli, melek yüzlü bir genç gazeteyi uzattı. Teşekkür ettim. Okumaya başladım. Dipnot inceliğinde ve küçüklüğünde harflerle, tashih hatalarıyla dolu gazete yazımı zar zor okumaya çalışıyorum. Sonra başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Öyle bir tashih hatası vardı ki, yazı berbat olmuştu. Tarih: 20 Aralık 1997. Yazının başlığı: “Örnek Olabilmek”. Sondan bir evvelki cümle: “Adam hamamda kille yıkanıyormuş. Bakmış mis gibi gül kokuyor. Sormuş: ‘Sen bir topraktın, nasıl bu kadar güzel kokuyorsun?’ Kil cevap vermiş: ‘Bende bir şey yok. Yalnız yolum düştü, üç gün kil ile arkadaşlık yaptım’...” Bakın, “gül” yerine “kil” yazınca bir yazı nasıl berbat oluyor. Kil ile arkadaşlık yapıyor, gül kokuyor. Nasıl oluyorsa bu. Öğleyin gelecek haftaki sohbet için çekim vardı. Oradan çıkıp (Dost FM, 89.3)’deki (Cumartesi günü) “Sorulara Cevaplar” programına yetişecektim. Bütün gün, sabahki üzüntümün etkisinden kurtulamadım. Hem TV’de, hem radyodaki konuşmam, hem gece çağrıldığım sohbet toplantısında bu üzüntüm devam etti. Japonlar boşuna dememişler: “Basit, küçük, önemsiz bir iş yoktur” diye. Bir “gül” yerine “kil” yazılması beni ne kadar üzdü, anlatamam. Ben çalakalem yazan bir kimse değilim. Kuyumcu titizliği ile çalışırım. Bir kelime yerine oturmayınca, hiç bıkmam, usanmam, onu buluncaya kadar yeniden, yeniden yazarım. Bazen bir cümle için 2-3 sayfa kâğıt harcadığım olur. Bu kadar çileden sonra, o yazı sadece dikkâtsizlik ve yazıdaki güzelliğin farkına varamamak yüzünden berbat edilince, ne diyeyim bilmiyorum, takdirlerinize bırakıyorum. Ne oluyor biliyor musunuz: Hevesiniz kırılıyor, boynunuz bükülüyor, iç dünyanızda bir şeyler yıkılıyor. Kırılıyor, inciniyorsunuz.
Üzüntümden, değil o birkaç saatlik uykumu uyumak, gözümü bile kırpmadığım bir gecenin sabahında yazıyorum bu satırları. Allah şahittir, en ufak bir maddî çıkarın, menfaatin olmadığı, sadece birtakım güzel insanlara, güzel mesajlar verebilmenin aşkı, vecdi, heyecanı içinde işe koyuluyorsunuz. Bir tek hatasız yazınız çıkmıyor.
Bu işe kendiliğimden talip olmuş değilim. Senelerce, senelerce evveldi. Bir mânevi büyüğüm emir buyurmuştu: “Oğlum Sabri, Allah sana çok az insanda bulunan söz ve yazı kabiliyeti vermiş. Onları hayra kullan. Hiçbir talebi geri çevirme. Senin vâroluş sebebin bu. Eğer omuz silker, boşverirsen, yarın Allah indinde sorumlu olursun.” demişti. Kalemi elime onun için alıyor, ekranın, mikrofonun önüne onun için çıkıyorum. Çok onurlu, çok değerli bir görevi, huzur ve mutluluk dolu bir evliliği Allah nasibetti. Hayatla muhasebem çoktan bitti. Rahmetli Selahattin Falay’ın tâbiri ile, “notlar idareye verildi.” Bundan sonra tek düşüncem, son nefesime kadar, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim, havasını teneffüs ettiğim şu memlekete hizmet edebilmek, onun çileli insanlarına iyinin, güzelin, temiz ve yüce olanın sesini duyurabilmek...
Bazı arkadaşlarımdan istirhâm ediyorum: Ne olur, Allah rızası için, görevime devam etmekte bana yardımcı olun. Beni kırmayın, incitmeyin, gücendirmeyin. Allah esirgesin, sonra bana da yazık olur, size de yazık olur...
Selâm, sevgi ve saygı ile…
|