subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

Halimiz ve Çaremiz

“Bıçak soksan gölgeme, sıcacık kanım damlar


Gir de bir bak ülkeme, başsız başsız adamlar


Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi


Anne seccaden gelsin, bize dua et e mi”


Necip Fazıl Kısakürek


Sorokin, çağımız için “bunalım çağı” deyimini kullanmakta, mânevi büyükler çoğu zaman “âhir zaman” olarak adlandır­maktalar. İçinde yaşadığımız toplumun bugünkü hali için ne denilir, onu sizin lügatçenize bırakıyorum. Herhalde en önemli sorun, belirli bir yaşa geldikten sonra, akıl ve ruh sağlığını devam ettirebilmek... Çevremize baktığımızda, mevki, makam, mal, mülk sahibi, serveti ve şöhreti göklere çıkan nice insan görmekteyiz. Ancak içlerinde gerçekten dengeli, itidâl sahibi, uygar, efendi, edep ve kemal sahibi olanlar oldukça azınlıkta. Uzaydan gelmedik. Hepimiz bu toplumun çocuklarıyız. Bu topraklarda doğduk. Bu toplumun okullarında okuduk. Bu top­lumun televizyonlarını izliyor, gazetelerini okuyoruz. Her gün haber niyetine adı büyüğe çıkmış birtakım kimselerin nutuklarını dinliyor, ipe sapa gelmez saçmalıklarla bir nevi muhasara altına alınıyoruz.


İstatistiklere bakın, acı bir gerçek var: Sigara, alkol, uyuş­turucu kullanımı inanılmaz boyutlara ulaşmış. Ne yazık ki üniversitelerin, liselerin, ilköğretim okullarının önüne kadar gir­miş durumda. Alkolik kadınlar için kurulmuş hastaneler var. Tanıdık bakkallara, süpermarket sahiplerine soruyoruz, birçok kadının akşam evine giderken, ekmek, peynir, yumurta alır gibi rakısını alarak dükkândan çıktığını öğreniyoruz. Toplum büyük sancılar içinde. Sarsıntılar içinde. Her gün gözümüzün gör­mediği, kulağımızın işitmediği nice yıkılışlar var. Sadece içe akıtılan nice gözyaşları var. Bu gerçekler karşısında takına­cağımız tavır ne olmalıdır? Konuyu sadece teşhis yetmiyor. Tedavi de gerekli. Bütün bu olan bitenler karşısında, insanlı­ğımızı, efendiliğimizi, inancımızı, asaletimizi nasıl koruyabiliriz? Toplumun     büyük kesiminde önyargılar hâkim. Düşünülmeden, muhakeme edilmeden, mukayese, araştırma, inceleme yapıl­madan kabul edilen, papağan gibi tekrarlanan birtakım değer yargıları... Bunlardan biri de çağdaşlık. Çağdaşlık aşağı, çağ­daşlık yukarı. Bir kimse övüleceği zaman çağdaş insan de­niliyor. Sorbon’da bir felsefe profesörü, çağdaşlık üzerine bir kitap hazırlamış. Okudum: “Bu çağda yaşadığım için utanç duyuyorum” diyor. İnsanın insanı istismarının, tarihin hiçbir dö­neminde bu kadar olmadığını, insanın hiçbir dönemde bu kadar aşağılanıp, ezilmediğini, hor-hakir görülmediğini söylüyor. Al­çaklığın en üst boyutunun bu çağda yaşandığını vurguluyor. Kitabı okurken düşündüm. Daha birkaç yıl önce Bosna’da hanımlara tecavüz eden Sırp canavarlarına; hoşgörü, uy­garlık üzerine onbinlerce kitap yazan Batılılardan birisi dahi sesini çıkarmadı. Bu hanımların bir kısmı intihar etti. Bir kısmı ruh hastası oldu. Bazısı kimsenin yüzüne bakamıyor. Onbinlerce insan ıstırap içinde yaşarken, dünyanın iyilik meleği diye anılan Papa’ya varıncaya dek bir tek Batılı bu rezaleti lânetlemedi, sorgulamadı.


Sorokin’in de dediği gibi gerçekten bir bunalım çağında yaşamaktayız. Her şeyden önce çağdaşlık önyargısından kur­tulmalıyız. Çağdaş, çağdışı, ileri-geri kavramları insanları böl­mek, ayırmak, parçalamak için uydurulmuş palavralar. Bir dü­şünce ya doğrudur, ya yanlıştır. O kadar. Bir düşünce yanlışsa, bunun ileri olanı, geri olanı olmaz. Yanlış, yanlıştır. Sağcı, solcu kavramları da öyle. Gerçek bilimin, sanatın düşüncenin sağcısı solcusu olmaz. Edison bir bilim adamı idi. Beethoven bir mü­zisyendi. Yunus kâinatın en büyük şairi idi. Söyleyin bakalım onlar sağcı mı idi, solcu mu idi? Bunu söylemek bile komik oluyor. Hatta çirkin oluyor. Hani bir şarkıda tekrarlanan bir söz var: Palavra... Palavra... diye. Onun gibi işte...


Geçenlerde bir ekranda gördüm. Bir fakültede, sözüm ona sağcı, solcu diye adlandırılan memleket gençleri birbirlerine saldırdılar. Ölesiye. İçim sızladı. İkisi de benim evlâdım. Allah esirgesin. Dikkat ettim, iki tarafın sopası da rengi ile, uzunluğu, kalınlığı ile tıpa tıp birbirinin aynı idi. Aynı şer kuvvet bu sopaları hazırlıyor, sonra birbirlerinin kafalarını kırsınlar diye, iki tarafa da veriyordu. Bu hususa değinen olmadı. İyinin, güzelin, doğ­runun, temiz, asil, büyük, yüce olanın sağı, solu olur mu? Birileri bu kavramları icat ettiyse bize ne? Biz niye sahip çıkıyoruz? Hayatı, insanı, varoluşu bilmeyen birtakım geri zekâlılar çıkıyor, ortaya hasta ruhlarının, gelişmemiş kafalarının ürünü olan bazı saçmalar koyuyorlar, biz de irdelemeden, düşünmeden mal bulmuş mağribi gibi onların üstüne atlıyor, sahip çıkıyoruz. Niye..? Kimlerin oyununa geldiğimizin farkında mıyız? Bir za­manlar sağcılıkla Müslümanlık özdeş gibi gösteriliyordu. Kırk yıl önce. O zaman da çok tuhafıma giderdi. Gizli bir oyun se­zerdim. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum, iki kere iki dört ederse, bunu söyleyen sağcı mı olur, solcu mu? İyinin, güzelin, doğrunun sağcısı, solcusu olmaz. Bu saçmalarla kafalarını dolduranların Allah yardımcısı olsun. Bugün dünyada hayran­lıkla seyredilen sanat eserleri, bilimsel buluşlar, mânevi yü­celikler, gözleri kamaştıran pırıl pırıl yaşantılar, uygarlığın yüzakı kişilikler, hayatı aydınlatırken, bunların sağla, solla ne ilgisi vardı? İnsan olmanın ölçüsünü, İslâm’da, Kur’an-ı Ke­rim’de ve Hadis-i Şeriflerde bulmaktayız. Hadis-i Şerifler, Kur’an-ı Kerim’in yorumu ve açıklaması olarak kıyamete kadar, onunla birlikte insanlığa ışık tutacaktır. Dünyada hiçbir ede­biyatçı, beş altı kelimelik veciz bir ifade ve kısa anlatımla ciltler dolusu fikri anlatan hadis-i şerifler ile boy ölçüşemez. Denizde giderken tereddüde düşen bir gemi kaptanının pusulaya göre hareket etmesi gibi, bizim pusulamız da Kur’an’dır, Hadistir, Sünnet-i Seniyyedir. Allah’ın ve Resulünün buyrukları doğ­rultusunda hareket eden, yazıp konuşan kimseden Allah razı olsun. Bu dünyada boşa yaşamıyoruz. Allah’ın huzurunda, her dakikanın hesabını vereceğiz. Kimsenin insanların ruh huzuru, ruh sağlığı ile oynamaya hakkı yoktur. Düşmanlarımız, silahla yenemedikleri bu aziz, necip milleti içten çökertme gayreti içindedirler. Hepimizin son derece dikkatli, uyanık, tetikte, millî birlik ve beraberlik ruhu içinde olmamız gerekir. Kitapsız kültür olmaz. Öyle gazete okuyarak, deli deli televizyon seyrederek kendilerini kültürlü sananlar aldanıyorlar. Magazin haberlerle, dedikodularla uyutulmaktayız. Bunların hepsi modern ninniler. Amaç bizleri gerçeklerden, hayat realitesinden, hatta kendi iç dünyamızdan uzaklaştırmak. Bizi bize hasret bırakmak. Tür­kiye’de neler olup bitiyor, memleket nereye gidiyor, ekonomi hangi istikamette, kimler ne dolaplar çeviriyor, bilinsin isten­miyor. Bir yandan gazeteler, televizyonlar, magazin, sosyete dedikoduları, bir yandan futbol, seks, içki, sigara, uyuşturucu, aldık başımızı gidiyoruz. Öğrenciler, neyin kavgasını yapıyorlar? Birbirlerinin kafasını kırmakla hangi soruna çözüm getirecekler? Hakikatin sağı, solu olur mu? Ana-babalık sadece çocuklarını yedirip, içirip, giydirmek midir? Açın Batı edebiyatını, okuyun. Bir tek huzurlu, mutlu, içi renk dolu, ışık dolu, aşk dolu bir insan görebilir misiniz? Bir dönem dünya gençliğinin taparcasına bağlandığı, Nobel ödüllü Jean Paul Sartre “Başkaları ce­hennemdir” der. Oysa bir İslâm velîsi, “Gül alırlar, gül satarlar, gülden terazi tutarlar, gülü gül ile tartarlar.” diyordu. Öyle bir pazar ki, alan gül, satan gül, satılan gül, terazi gül, dirhem gül... İçi Allah aşkıyla dolan, her zerreden zikredenin Allah olduğunu bilen o güzel insan, pazar simgesi ile bütün kâinatı bir gül bahçesi gibi görüyor, bundan heyecan duyuyordu. İç dünyası da kendi egosundan, nefsaniyetinden başka hiçbir mânevi güzelliği yaşamamış bir yazarın, insanlara vereceği neyi vardır, kendi içinde biriktirdiği zehirlerden başka...? İçimizde ne varsa, dışa yansıyan da o değil midir? Doğusu ile, Batısı ile bütün dünya bir bunalım içinde. Hepsi gerçekten uzaklaşmış. Bir kısmı gerçeğe isyan içinde. İhanet içinde. Kendi kendilerine kurtuluş yolunu bulamıyorlar. Çünkü vaktiyle o yolu kapamak için elden gelen yapılmış. İkilem içindeler. Doğu mu batı mı, dünya mı âhiret mi, madde mi mânâ mı, din mi ilim mi, ruh mu beden mi...? İslâm’ın tevhidî görüşünden uzaklaştıkça, bu ikilem git­tikçe artıyor. Arttıkça, hayat gittikçe kararıyor. Işıktan, renkten, huzurdan, mutluluktan uzak, sıkıntı dolu, bunalım dolu, stres dolu bir yaşam tarzı egemen oluyor. Arkasından içki ile, uyuş­turucu ile teselli aramalar başlıyor. Ne Doğu, ne Batı bu ağır yükün faturasını ödeyemiyor. Vaktiyle İshak Peygamber bunu haber vermişti: “Yol uzun, yük ağırdır. Bu yükle, bu yola katlanamazsınız. Yüklerden kurtulunuz...” Bana göre tek umut; Anadolu’dan yetişecek gerçek aydınlardır. İşte onlar, Yunusların, Mevlânâların torunları bu ikilemden kurtulup; iyiliğin, güzelliğin, doğrunun ışıklarını, o muhteşem tevhidin hayat veren tebessümünü getirecekler. İşte o zaman insanlar bedbinlik­lerinden, hıçkırıklarından, umutsuzluklarından kurtulup, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyecekler, “Aşk gelicek cümle eksikler biter”, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar” diyecekler, Yunus gibi şakıyarak, “Taze civan oldum ben...” diyeceklerdir.


Evet, kural hiç değişmez; ışık gelince karanlık gider. Dün öyle oldu, bugün de, yarın da öyle olacak. Yunuslar, Mev­lânâlar, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, Eşrefoğlu Rûmiler, Erzurumlu İbrahim Hakkılar dün Anadolu’yu aşkın, imanın, ışı­ğın, rengin, güzelliğin kal’ası yapmışlardı. İnşallah yine öyle olacak... Güzel insanlar, Anadolu’nun bağrından çıkacak gerçek aydınlar, ışıklarını mızrak mızrak bütün cihana yayacak, insan ikilemelerinden kurtulacak, tevhidin ışığı ile onları huzura, mutluluğa, sevgiyle, saygıyla, edebe, inceliğe, gerçek uygarlığa götüreceklerdir. O zaman insanlar “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diyecekler, “Sevmek devam eden en güzel huyum” diyeceklerdir. O sevginin ışığı ile bütün kâinat aydınlanacak, bir bayram yerine dönecektir. Peki niye Ana­dolu’dan yetişen aydınlar? Bazen dünyayı bir insan bedeni gibi düşünürüm. Asya o vücudun kalbi, Avrupa beyni gibi gelir bana. Asya’da sevgi var, sıcaklık var, güzellik var. Ama yetmiyor. Avrupa’da metod var, sistemli çalışma var, bilimsel araştırmalar var. İyi, güzel ama o da yetmiyor. Sonuç ortada. Gidin, gezin, görün. Tek başına ne Doğu, ne Batı, o sentezi kurup, ikilemden kurtulup, tevhidin ışığına gidemiyorlar. Gidemedikleri için de, bunalımlar bitmiyor. “Zulmetin ardında yine zulmet var.” İşte Doğu ile Batı arasında bir köprü gibi duran Anadolu toprağından çıkacak aydınlar bu terkibi, bu sentezi yapacaklar. “Ama şu içinde bulunduğumuz şartlar, olanlar bitenler” diye başlamayın lütfen. Bir şey söylemek istiyorum. Kulak verin. Dinleyin ve düşünün. Gecenin en karanlık vakti, şafak sökmesine en yakın zamandır. Müjdeleri geliyor. O şafak sökecektir. O şafak bütün gözleri ve gönülleri aydınlatacaktır. Sade biz değil, bütün dünya o ışığı bekliyor. Yaşamak, bir anlamı varsa güzeldir. O anlamın kaybolduğu dönemlerde, insanlar taksit taksit ölmeyi seçiyor­larsa bütün kabahat onların mı? Necip Fazıl bir şiirinde,


“Sebep ne ölmektense bu hayatı tercihe”


der. Örneğin, uyuşturucu alanlar onun zararını, sonucunu bil­miyorlar mı? Biliyorlar efendim. Onlar taksit taksit ölümü se­çiyorlar. Bir ot gibi, bir böcek gibi yaşamak istemiyorlar. Necip Fazıl bir şiirinde:


“Hayat mayat diyorlar


Benim gözüm mayatda


Hayatın eksiği var


Hayat eksik hayatta”


der. İşte o eksik olan doldurulmadıkça acılar, ıstıraplar bit­meyecek. Huzur ve mutluluk, çöldeki serap gibi, biz yaklaştıkça uzaklaşacak. İnsan gönlündeki o büyük boşluğu birtakım ço­cukça çarelerle, içkiyle, eğlenceyle, madde ile kapatmaya ça­lışmak, aldanışların en büyüğü değil mi? Kimi kandırıyoruz acaba? Mevlânâ, Mesnevî’nin başında:


“Dinle neyden kim hikâyet etmede


Ayrılıklardan şikâyet etmede”


der. O ayrılık nedir? O, ayrılıkla gelen boşluk nedir? Nasıl doldurulur? İşte bütün mesele burada, o boşluk, para, mal, mülk, mevki, makam ihtirası ile doldurmak istendikçe, daha da büyümüyor mu? İnsan susadıkça tuz yalarsa, susuzluğu daha da artmaz mı? Ne yazık ki bugün birçok insanın yaptığı bundan farksız. İnsanoğlu seccadesinde bulamadığı huzuru acaba nerede bulacağını sanıyor?


“Madem ki okşamaz, sevmez kimseler”


diyordu değerli şair Necip Fazıl. Yemeğin tadını getiren tuzdur. Ama tuz tadını kaybetmişse ne olacak? Anlamı, gayesi, ideali olmayan bir hayat ne ifade eder?


Sonu gelmeyen şikâyetlerle asıl kötülüğü kendimize yaptı­ğımızın farkında mıyız?... Kimi kime şikâyet ediyoruz? “Yan ama tütme” sırrına vâsıl olsak bu durumlar olur mu? Necip Fazıl, bir başka şiirinde,


“Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir”


demiyor mu? Bu dünya, darılma pazarı değil, dayanma paza­rıdır. Gözü yerde olanın gönlü asumana çıkar.


Önemli olan elinde ne olduğu değil, elindekilerle neler yapabileceğindir. Asıl iş, bilmekte değil, bildiğini kendine ilâve edebilmektedir. Kendi kendini kurtarmayanı hiç kimse kutra­ramaz. Kendine yardım etmeyene Allah da yardım etmez. Bir Kudsi Hadiste “Kulum Bana bir adım gelirse, Ben ona on adım giderim” buyurulur. Dikkat buyurun, önce kul bir adım gidiyor...


Gerçeğin ortaya çıkması için iki kişiye ihtiyaç vardır. Biri söyleyen, diğeri anlayan. Olgun ve kâmil insanlar taklit etmeden uyumlu olurlar. Kendini düzeltmeyen evlâdını nasıl düzeltebilir? O her gün evlâdına örnek olmuyor mu? Kendi kusurlarımızı onlarda görünce niye hiddetleniyoruz ki... Ârif olan, yumuşak huylu, berrak düşünceli olur. Küçük insanlar her zaman sinirli, asabi, hırçın olurlar. Küsmek için bahane ararlar. Giderek ken­dilerine, hayata küserler, kendi gelişmelerine kendileri engel olurlar. Büyüklerimiz, “İnsanın kendi kendine verdiği zararı baş­ka kimse veremez.” derlerdi. Hakikati seyretmek isteyen insan, önce zihnini bir gölün durgun suyu gibi, sâkin, sessiz bir hale getirmelidir. Bir Allah dostu, “Geliniz, bir ânımızı imanlı ge­çirelim.” diyor. Bu son derece önemli, insanı ürperten, uzun uzun düşünmeyi gerektiren bir sözdür.


İnancımız sadece dilimizde ise, kime ne faydası olur? Kimi kandırıyoruz? Aşk haline dönüşmedikçe, hayatın özü, şiirin ve varoluşun ta kendisi olmadıkça neye yarar? Aşksız geçen her an, telâfisi mümkün olmayan bir kayıp değil midir? Allah ve Peygamber âşıkları her an bir güzelliği yaşarlar. Niye biz de onların yolundan gitmeyelim? Neden, Muhammedî bir aşkla, insanları, hayvanları, bitkileri, bütün bir cemâdâtı kucaklama­yalım? Elimizden tutan mı var?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]