subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                          Sabri Tandoğan

 

İnsan Kazanmak

İnsanlara yapılacak en büyük iyilik, karşılık beklemeden onlara değer vermektir. İnsanları mutsuz eden, hırçınlaştıran, kendi kendine değer vermemesidir. Sevilmeyen, sevgi ve saygı görmeyen, ilgiden mahrum insanlar tekâmül edemezler, mutlu ve huzurlu olamazlar.


Sevgi ve saygı görmek ihtiyacı, bir insan için su ve ekmek kadar önemlidir. Bir şair, “Bir güleryüz görmedim ki bellesin gülmek yüzüm” diyor. Eğer bir insanı takdir eder, onun kendisini güven içinde ve önemli hissetmesini sağlarsanız, o rahatlar, ferahlık duyar, mutlu olur, kendisini büyük göstermek için, baş­kalarını küçük gösterme ihtiyacını duymaz. Başkalarını hor ve hakir görenler, kendi iç dünyasında, kendi kendisiyle kavgada olanlardır. Başkalarıyla alay edenler, nefsine esir olmuş, hu­zursuz, sıkıntılı, aşağılık duygusu içinde çırpınan zavallı kim­selerdir. Kendini sevmeyen, başkasını sevemez. Kendine saygı duymayan, başkasına saygı duyamaz. “Komşunu da kendin gibi sev” sözü çok anlamlıdır. İnsana saygı duymayanlar, şeytana mensupturlar. Yunus, “Tehî görme kimesneyi, hiç kimesne tehî değil” der. Tehî; boş anlamında. Hayatta herkes önem­senmek ister, adam yerine koyulmak ister. Sevgi ve saygı görmek ister. Gülten Akın, bir şiirinde,


“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin


Beni ya sevmeli, ya öldürmeli”


der. Sevgi, saygı, ilgi ve itimat görmek ihtiyacı çok güçlüdür, herkeste vardır. Sevilmeyenlerde, sevilmediklerine inananlarda ruh sağlığı bozulur. O insan ya tamamen hayata, insanlara küser, ya da saldırgan, küstah, mütecaviz olur. Ne var ki, bu sevginin önce özvarlığımıza karşı olması gerekir. Kendinden nefret eden, kendinden iğrenen, kendi kendine düşman olan bir insan başkalarını sevemez. İntihar, insanın kendine karşı duy­duğu husumetin en ileri aşamaya ulaşmasıdır.


Bir insana, onun yanındayken söylenen, “Senin yanında kendimi rahat, dinlenmiş, huzurlu hissediyorum, kendimi sevi­yorum”, sözü kadar onu mutlu eden çok az şey vardır. Se­vilmeyen insan başarılı olamaz. Huzurlu olamaz. Stresten kurtulamaz. Sevilmeyen insan, sevemez. Karşınızdaki insanı bir hiç olarak düşünürseniz, o asla sizin yanınızda rahat ve sakin olamaz. Dille söylemeseniz bile, o kalben hisseder. Ümit Yaşar, bir şiirinde,


“Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar,


Ben sevilmediğimden böyle çirkinim”


der. Başkalarına yön gösterdiğiniz zaman, bütün yolu bir günde gidemeyeceklerini unutmayın. Buğday bile, toprağa verildikten ne kadar zaman sonra oluşuyor. Nice aylar yağmurlar, karlar üzerine yağıyor. Soğuğu yaşıyor, sıcağı yaşıyor, için için, yavaş yavaş tekâmül ediyor. Benliğini buluyor. Bir anne, babanın çocuklarına karşı yapacakları en büyük kötülük, bilgiç bilgiç baş sallayıp, “Hanım hanım, kaç kere söyledim, yine söylüyorum, bu çocuk kesinlikle adam olmaz.” demektir. Tasavvufta bir kural vardır: “Söylenen söz vücut bulur” derler. Siz tekrar tekrar “Bu çocuk aptal, geri zekâlı, dünyada adam olmaz” derseniz, o çocuk adam olmaz. Ne acıdır ki, nice aileler, kimsenin yapa­mayacağı zararı, kendi çocuklarına reva görüyorlar.


Hayat geriye adım atmaz. Her gün daha iyiye, daha güzele gitmek zorundayız. İki günümüz birbirine eşit olmayacak.


“Ey hayat, gitme dur, öyle güzelsin ki” diyenlere ne mutlu. Hayatını renkle, ışıkla, şiirle doldurmak, yaşama sanatında usta olmak akıllı insanların harcı... Güzel görüp, güzel yaşayıp; acıyı bal eylemek yerine, yaşamını, insanları yargılamak, tartışmak, önyargılarla hareket etmek, insanlardan nefret etmekle geçir­mek en büyük aptallık değil midir? İki mahkum hapishanenin penceresinden bakıyorlarmış. Biri pencereden eğilmiş, tükür­müş, küfretmiş, “Ne iğrenç bir gece, yerler vıcık vıcık çamur” demiş. İkinci mahkum, başını uzatmış, göğe bakmış, “Aman Yarabbi,” demiş, “ne muhteşem bir gece, gökte yıldızlar pırıl pırıl...” Evet, hayatın diyalektiği hep zıtlıklar üstüne kurulmuş. Pilin iki ucu da artı veya eksi olsa, transistorlu radyonuz çalışır mı? Her şey zıddıyla biliniyor. Ve o zıtlıklardan muhteşem bir sentez doğuyor. Necip Fazıl merhum, ne güzel anlatıyor ger­çeği:


“Ey düşmanım sen benim


Rüzgârımsın, hızımsın


Gündüz geceye muhtaç


Bana da sen lâzımsın…”


Parça ile bütün birdir. Bir damla suda bütün bir evren gizlidir. Sonsuza dek yaşayacakmışçasına öğrenmeli, sanki yarın öle­cekmiş gibi yaşamalıyız.


Hayat, o anda önümüzde açılan yolu yürümektir. O an, biz­den ne istiyorsa, onu yapmaktır. Aradığımızı ancak biz bula­biliriz. Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bul­duğumu” der. Gerçekler ve güzellikler bizim içimizdedir. Her insanın içinde doğuştan bir Nur-u Muhammedî vardır. Yunus, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz.” der ve ilâve eder, “Seni deli eden şey, yine sendedir sende.”


Kâinatta bir şey kalmadı da sen var oldun. Şeyh Galip “Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen” diyor. Kâmil insan, hayatın özü, varoluşun gayesidir. O, yazdır, kıştır; o, bahar çiçeğidir. Geceleyin parlayan yıldızdır. Hayat onunla gü­zel, yaşamak onunla anlamlıdır. O, “her dem taze doğandır.”


“Ölüm diye bir şey yok bu ummanda


Umutsuzluk da yok, hüzün de, kaygı da


Bu umman sonsuz aşk ve sevgi dolu


İyiliğin, cömertliğin ummanı bu…”


diyor Mevlânâ. Her şey bir aşk haline dönüşmeli, aşksız bir ânımız geçmemelidir. İnsan bazen mânâ yolunda öyle arınıyor, temizleniyor, yüceliyor ki, yemek pişirmek bile bir aşk hâlini alıyor. Yaptığı yemekle, doğadaki enerjinin, sevdiği insanın vü­cudunda ebediyete kadar devam edeceğini düşünüyor. Biliyor ki, yalnız malzemeleri tencereye koymak yeterli değildir. O malzemenin yanı sıra içimizdeki sevgi, saygı, edep, incelik, zarâfet de, okuduğumuz dualarla, ilâhilerle, kalbimizdeki en gü­zel duygularla tencerede yer almalıdır. İşte o zaman yemek pişirmek de bir aşk olur, o yemeği yiyene de şifâ olur, nur olur. Aşksız geçen her an, telâfisi mümkün olmayan bir kayıptır. Önemli olan, hayatı her an yeniden kazanmaktır. Ârif olanlar, kâmil olanlar, taklit etmeden uyumlu olurlar. Onlar her zaman berrak düşünceli ve yumuşak huyludurlar. Ham ve çiğ olanlar her zaman sinirlidirler. Kendini düzeltemeyenler, belli bir düzeye gelemeyenler, başkalarını nasıl yola getirebilirler?


Unutmayalım, yakındakiler hoşnutsa, uzaktakiler de gelirler. Akıllı isen, kendinden küçüklerden öğrenmekten, onlara soru sormaktan çekinme. Hırs besleme, kimseyi kınama, yargılama, tartışma. Ancak aptal olanlar hayatlarını münakaşa ile geçirirler.


Hiçbir şeyde acele etme. “Acele şeytandır.” buyuruyor Kâinatın Efendisi. Her işini zevkle, heyecanla, aşkla yap. Haz al işinden. Keyifle yapılmayan işten hayır gelmez. Yaşamının her ânını, bir şiir haline getir. Yunus “Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyor. Bir yerlere varma telâşı içinde olmak yerine, yaptığın işin, yaşadığın ânın tadını çıkara çıkara yaşa. Elinin değdiği her nesneye, içindeki aşktan ver. Madem ki, her zer­reden zikreden Allah’tır; elinin değdiği yerde gül bitsin. Çıktığın merdiveni bile ayak ucunla okşa, “Seviyoruz, seviliyoruz, gü­zelliğimiz bu yüzden” de. Güzellik sadelikte, doğallıkta, içten­liktedir. Ver, hep ver. Sürekli ver. Resulullah Efendimiz, “Veren el, alan elden hayırlıdır” buyuruyor. Hep almayı düşünenler, ruhen tekâmül edememiş, basit, ilkel, geri insanlardır. İnsan, verdikçe güzelleşir, yücelir, büyür. En güzel yaşam, en sade, en basit, en kolay, çalımdan, gösterişten uzak, en doğal yaşamdır. İnsanlar, doğallıktan, tevâzudan, incelikten, efendilikten uzak­laştıkları oranda çirkinleşirler, sevimsiz olurlar. Güzellik; ses­sizlik ve boşluk duygusundadır. Tıklım tıklım eşya dolu bir mekân insanı yorar. Ancak sessizlikte, edebin, inceliğin hâkim olduğu mekânlarda güzellikler algılanabilir, yaşanabilir. Kartallar yalnız uçarlar, kargalar sürü halinde. Kalabalık ve gürültüde insan sürünün bir üniteridir. Düşünemez hissedemez.


Yaptığımız ne olursa olsun, onu kendimizi tanıma ve ger­çekleştirme yolu olarak benimsemeliyiz. Her işte kendimizi bütünüyle ifade ederiz. İş vasıtadır. Egzersizdir. Önemli olan kendimizi ifade edebilmektir. Her iş kutsaldır. Yapılan işten çok, onu nasıl yaptığımız bize ya çok şey kazandırır, yahut çok şey kaybettirir. Güzellik bir işin yapılış üslûbundadır. Yaptığı işte yoğunlaşan, bütün benliğini veren, sonucu düşünmeyen insan, ruhen arınır, temizlenir, yücelir ve güzelleşir. Ânı yaşayanlar, farkında olanlar, her soluk alışta yüzleri tebessümle aydın­lananlar ne güzel insanlardır. Onlar hiçbir şeye kafalarını tak­mazlar. Olan, olması gerekendi deyip, yeni bir hayata başlarlar. Onlar, her davranışlarında beden, zihin ve ruh bütünlüğü içinde oluyorlar, biliyorlar ki, yaşam o anda önümüze açılan yolu yürümektir.


Gerçek mucize su üzerinde yürümek değil, toprağa sağlam basmak, üzerinde adam gibi yaşamaktır. Çelişkilerden, bir gü­zellik damıtabilmektir yaşama sanatı. Aslında çelişkiler de yok­tur hayatın özünde. Onlar birbirlerini tamamlayan, bütünleyen unsurlardır. Pilin artı ve eksi uçları arasında bir çelişki var mıdır, yoksa onlar birbirlerini bütünlüyorlar mı? Neden aynı şeyi ruhla beden, madde ile mânâ, dünya ile âhiret için düşünmüyoruz? Onlar da birbirleri ile çelişmiyor; birbirlerini tamamlıyor, bütün­lüyorlar.


Türk toplumu bugün zihnî ve ruhî bir boşluk içinde. Bize bir şey gösterilmedi. Hiçbir güzel şey tattırılmadı, kafamızda, kal­bimizde bir aşk, bir heyecan, bir estetik duyarlık uyandırılmadı. Biz, Yunus gibi, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” diyemedik. Bomboş yaşıyoruz. Hayatımız mutfak, tuvalet, yatak odası üçgeni içine sıkıştırıldı. Ne istediğimiz belli, ne olmak istediğimiz kişilik. Günlük zavallı tesellilerle avunuyoruz. Necip Fazıl “Sebep ne ölmektense, bu hayatı tercihe” diyor. Bir şiirinde ise şöyle sesleniyor:


“Bıçak soksan gölgeme


Sıcacık kanım damlar


Gir de bir bak ülkeme


Başsız başsız adamlar…”


Evet realite bu ama, önemli olan, karanlıklara küfretmek değil, minicik de olsa bir umut ışığı, bir mum ışığı yakabilmektir. Çevrede güneş yok diye feryat edeceğimize, biz kendimiz güneş olup, kendimizi de, çevremizi de aydınlatma yoluna neden gitmiyoruz? Neden her şeyi başkalarından bekliyoruz? Unutmayalım ki, mânevi, derunî yaşayışı olmayan insanlar, ister istemez, çevrenin kölesi olmaya mahkûmdurlar. İstatistik yap­mışlar, mahkûmların yüzde doksanı büyüme çağındayken ba­balarından, “Seni, büyüyünce hapse atacaklar” sözünü duy­muşlar ve bir gün söylenen söz vücut bulmuştur. Atalar sözü ne kadar anlamlıdır, “Hayır söyle işine, hayır gelsin başına...” Başarının şartı insanları anlamaktan, onlarla sevgi, saygı ve ilgiye, hoşgörüye dayanan uygarca bir diyalog kurmaktan geçer. İnsanları anlama becerisi, insanın sahip olabileceği en güzel meziyettir. Hepimiz aynı gökyüzü altında yaşıyoruz ama aynı paralelde değiliz.


Anlam sözcüklerde değil, insanlardadır. İyi bir dinleyici ol­mak için, hiçbir zaman vakit geç değildir. İletişimin temeli iyi dinlemektir. Mesnevî “Dinle” diye başlıyor. Kur’an-ı Kerim “Oku” diye... Konuş diye başlayan kitap görmedim. İnsanları kazan­manın ilk şartı, onları edeple, saygıyla dinlemektir. Yunus, “Hepisinden iyisi, bir gönüle girmektir” der.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]