Anlayışlı Olmak
Ünlü bir tıp profesörü idi. Bir gün ziyaretime geldi. Konuşuyorduk, bir çocukluk anısını anlattı. O zamanlar dedi, altı yaşındaydım. Fakir bir ailenin tek çocuğu idim. Babam bir fabrikada işçi idi. Zorlukla geçiniyorduk. Bir gün, aniden hastaIandı, Hakk’a göçtü. Annem bana bakabilmek için, evi geçindirebilmek için çalışmaya başladı. Evlere temizliğe gidiyordu. Yaşama şartlarımız daha da zorlaşmıştı. Bir gün sokakta oynuyorduk, arkadaşlardan birisi, birden hadi dedi şekerciye gidelim, şeker alalım, ağzımız tatlansın. Bu teklif beni çok üzdü. Çünkü cebimde on para harçlığım yoktu. Arkadaşlar güle oynaya şekercinin yolunu tutarken, ben parasızlığım nedeni ile orada kalakalmıştım. Düşündüm, aklıma bir fikir geldi, ben de eğildim yerden renkli cam kırıkları topladım. Şekerciye gidecek, para olarak ona renkli cam kırıklarını verecektim. Bu karardan sonra şekercinin yolunu tuttum. Dükkâna vardığımda arkadaşlarım şekerlerini almışlar, güle oynaya merdivenlerden iniyorIardı. Son arkadaşım da indikten sonra, dükkâna girdim. Avucumdaki cam kırıklarını itina ile tezgaha bıraktım. Şekercinin yüzüne bakarak, amca dedim bu para ile ben de şeker alabilir miyim? Şekercinin gözleri, bir projektör gibi gözlerimin içini taradı. Anlamıştı. Tebessüm ederek, evlât dedi, bu verdiğin iyi para, bu para ile şimdi de, başka bir zaman da gelip şeker alabilirsin. Şimdi, seç bakalım, hangi şekerlerden istiyorsun? Biraz sonra ben de elimde şeker külâhı, sevinç içinde arkadaşlarımın arasına katılmıştım. O günü hiç unutmam. Benim için hayatımın en önemli günü idi. Eğer o gün şekerci, cam kırıklarını tezgaha bıraktığımda kızıp, öfkelenip hakaret etse idi, bağırarak beni dükkândan kovsa idi, her şey bitebilirdi. Ama beni anladı, olgunluk gösterdi, hareketimi hoşgörü ile karşıladı, arkadaşlarımın önünde beni küçük düşmekten kurtardı. Her zaman kendisini minnetle, şükranla, saygı ile anarım. Eğer bugün hastalarına faydalı olmak için çırpınan bir hekim olmuşsam, bunu biraz da şekercinin o günkü anlayışına, olgunluğuna, hoşgörüsüne borçlu değil miyim? İnsan hayatında öyle anlar oluyor ki, bazen bir insanı âbâd ediyor, bazen berbat ediyor. Stephan Zweig buna “insanlık tarihinde yıldızın parladığı anlar” diyor. Bir insanın, bir müessesenin, bir ailenin, bir ordunun, bir toplumun kurtuluşu bazen bir anlık kararla, ama yerinde ve zamanında verilen bir kararla mümkün olabiliyor. Bugün koskoca bir tıp profesörünün başarısının arkasında bir şekercinin olduğunu okuyanlar hayret edebilir, inanmayabilirler ama, gerçek her zaman böyle olmuştur. Bazen bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at da bir orduyu kurtarır. Hayatta her şey birbirine öyle ince ipliklerle bağlı ki, o inceliği bir süre sonra göremeyenler, tesadüf deyip işin içinden çıkıyorlar. Hayatta bir tek tesadüf vardır. O da lügatlardaki tesadüf kelimesidir. Muayyen sebeplerden, muayyen neticeler hâsıl olur. Hayatta tesadüfen olan hiçbir şey yoktur. Hayattaki bütün başarıların ve bütün başarısızlıkların arkasında belli sebepler vardır. Bazen bir tebessüm insanı bütün bedbinliklerinden kurtarabilir, intihardan döndürebilir. Ağır bir söz yüzünden, sağlığını kaybetmiş, hatta hayatını kaybetmiş insanlar vardır. Bir tebessüm bazen bütün dünyayı dolaşabilir. Japon dilinde basit, küçük, önemsiz, sıradan, alelâde gibi kelimeler yoktur. Onlara göre, her şey, ama her şey önemlidir. Hatta hayatî önemi haizdir. Sait Faik “Her şey bir insanı sevmekle başlar” der. Önemli olan o bir kişide başlayan sevgiyi, tıpkı denize atılan bir taşın meydana getirdiği halkaların büyüyüp büyüyüp bütün denizi kuşatması gibi, Muhammedî bir aşka dönüştürebilmek, bütün kâinatı tek istisna olmadan, insanı ile, hayvanı ile, bitkisi ile ve eşyası ile kucaklayabilmektir. Sevgi en yüce değerdir. Sevgi ile bakır altınlaşır. Bütün temiz, büyük, asil sevgiler, sonunda Allah’a ulaşır. Gönlünde sevgi olmayan bir insan bir posttan başka nedir?
Azı hor gören, küçük gören, hakir gören çoğa ulaşamaz. Çoğa sahip olan onun kadrü kıymetini bilmez, şükrünü edâ etmezse, bir süre sonra o nimet elinden alınır. Nankörlük Allah’a karşı olsun, insanlara karşı olsun, en büyük alçaklıktır. Her an, her yerde hepimiz bir sınav içindeyiz. Farkında olalım veya olmayalım, hayatın kanunları hükmünü yürütür. Bu şimdiye kadar böyle oldu, bundan sonra da hiç şüpheniz olmasın böyle olacaktır. Bu dünyaya insanoğlu yesin içsin, gülüp eğlensin diye gönderilmedi. Hepimiz bir görevle yükümlüyüz. Ancak akıllı insanlar bu görevin bilincine varıp, hayatlarını ona göre tanzim edenlerdir. İnsanın asıl görevi aslını bilmek ve son nefesine kadar ona doğru yürümektir. Hepimiz tekâmül etmek, gelişmek, Allah’a doğru yükselmek için elimizden gelen bütün gayreti göstermek zorundayız. Hayatın gerçek anlamı budur, bundan uzaklaşanlar önce kendilerine, sonra ailelerine, topluma, insanlığa karşı ihanet içindedirler. Kâinatın Efendisi “iki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” buyuruyor. Tek düşüncesi yiyip içmek, gezip tozmak, eğlenmek olanlar acaba bir hayvan düzeyine indiklerinin farkındalar mı?
Bu ne feci bir durumdur. İnsanı Allah’a götüren yolda en büyük engel kendi nefsidir, kendi egosudur. Nefsinin esareti altında yaşayanlar, hiçbir zaman mutlu ve huzurlu olamazlar. Azize Anne sohbetlerinde “çekil aradan, kalsın Yaradan” der. Mısrî Niyazi bir şiirinde:
“Ben sanırdım halk içinde hiç bana yar kalmamış
Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyar kalmamış”
diyerek bu gerçeği ne güzel belirtiyor. Allah cümlemize var oluş nedenimizi, o büyük gerçeği görmemizi ve hayatımızı, ona göre yaşamamızı nasip ve müyesser etsin. Biz de büyük Yunus gibi:
Çalış kazan ye yedir
Bir gönül ele getir
Hepisinden iyisi
Bir gönüle girmektir
diyelim, “sevelim, sevilelim dünya kimseye kalmaz” gerçeğine göre yaşayalım. İnşaallah...
|