Çok değerli şair Nâbi, 1642 yılında Urfa’da doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Arapçayı, Farsçayı ana dili gibi öğrendi. 25 yaşında iken İstanbul’a geldi. Önce Musahip Mustafa Ağa’nın divan kâtibi, sonra da kethudası oldu. 1678 yılında Hacca gitti. Dönüşünde kaleme aldığı Tuhfet-ül-Haremeyn adlı mensur eseri için Padişahtan armağan aldı. Mustafa Paşa’nın ölümü üzerine Halep’e yerleşti. Geçimi için bağlanan maaşla yaşadı. Çorlulu Ali Paşa’nın sadareti zamanında geliri kesildi, sıkıntıya düştü. Baltacı Mehmet Paşa Sadrazam olunca O’nu İstanbul’a davet etti. Şeyh-üş-Şuara diye paye verildi, itibar gördü. Muhtelif memuriyetlerde bulundu. Altı padişah devrini gördü. 1712 tarihinde Hakk’a göçtü.
Ömrü boyunca sâde, sâkin ve mütevazı yaşadı. Edebi, zarafeti, inceliği ile tanındı. Örnek olarak gösterildi. Gerek mizacı, gerek devrindeki olaylar nedeniyle hikmet ve darb-ı mesel tarzını tercih etti. Edebiyatımızda yeni bir çığır açtı. Yeni bir tarzın önderliğini yaptı. O şiiri gösteriş için kelime oyunları yapılan bir hüner olarak değil, anlamlı, aydınlatıcı söz olarak kabul etti. Düzeltici, doğru yol gösterici oldu. Türkçe ve Farsça Divânından başka en meşhur eseri, oğlu Mehmed Çelebi için Mesnevî tarzında yazdığı Hayriyye isimli eseridir.
Ebnâ-yı dehr her hünere âferin verir
Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazinedir
mısralarını hemen herkes bilir.
Nâbi’nin Hacca giderken yaşadığı bir olay, yüzyıllardır sohbet meclislerinde saygıyla anlatılır, mübârek ruhuna dualar edilir, fatihalar okunur.
Efendim, Nâbi’nin yanında, o dönemin ileri gelenlerinden bir devlet büyüğü de bulunmakta... Bir müddet sonra, Kubbe-i Hadra, o makam-ı muallâ gözükmeye başlamış. Devlet büyüğü, dalgın, düşünceler içinde, devenin üzerindeki mahfilde ayağını uzatmış oturuyor. Nâbi bu duruma üzülür, edep dışı bulur ve ikaz kastıyla irticalen şu mısraları okumaya başlar:
“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafa’dır bu”
O zat, derhal durumu kavrar, utanır, bu mısraların kendi hoş olmayan davranışı için okunduğunu hisseder ve aman der, edeben deveden de inelim, yürüyelim. İnerler. Nâbi’ye döner, lütfen der, yeniden okur musun? Olağanüstü güzel...
Nâbi tekrar okumaya hazırlanırken, minareden müezzinin: “Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu” diye yanık sesinin arşa doğru yükseldiğini işitir. Heyecanlanır. Aman sultanım der, bu ne iştir. Bu şiir biraz evvel benim kalbime ilham edildi. Henüz kimse işitmedi. Yalnız size okudum. Şimdi minareden benim bu mısralarım okunuyor. İşitiyor musunuz? Devlet büyüğü de aynı hayreti, aynı heyecanı yaşamaktadır. Nâbi, “Efendim, bana müsaade edin, daha fazla dayanamayacağım” diyerek müezzine koşar. Siz der, Türkçe biliyor musunuz? Müezzin, hayır der. Peki bu mısraları nereden öğrendiniz? Lütfen anlatır mısınız? Müezzin hayır der, imkânsız, kafamı kesseler söyleyemem.
Nâbi’nin hayreti daha çok artmıştır. Yalvarmaya başlar, biraz evvel bunu ben söyledim. Şaşkınlık içindeyim. Ne olur bu sırrı bana söyle. Açıkla, Allah rızası için. Ne olur...
Müezzin, efendim, siz Nâbi misiniz der. Nâbi, evet makamında başını sallayınca, müezzin gözyaşları arasında Nâbi’ye sarılır, elini öpmek ister ve anlatır:
Efendim, mânâmda Peygamberimiz emir buyurdular. “Nâbi geliyor, çık minareden onun bu sözleriyle kendisini karşıla, selâmla.” Ben de bu emir üzerine, bu şiiri okuyordum, der.
İşte Hacca gidince böyle edeple, saygıyla, incelikle gitmeli. Duyarak, düşünerek, hissederek, edeple gidince, muhakkak oradan bir şeyler alır da gelir. Edepten mahrum olan da, taş, toprak seyreder, döner. Boşuna edep, dinin yarısıdır, aklın dıştan görünüşüdür dememişler. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır.
Allah insanı “hayır ve şerrin” tam orta noktasında yaratmış bulunuyor. İnsan ya nefsaniyetine boyun eğerek her iki dünyada mutsuz, huzursuz yaşayacak ya da nefis dizginlerini eline alarak “sen O’ndan razı, O senden razı olarak gir cennetime” hitabına muhatap olacaktır. O halde ne bekliyoruz?