subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                    Sabri Tandoğan

 

Tartışma Üslûbu

Geçenlerde bir dostun ziyaretine gitmiştim. Sohbet sırasında arkadaşımın Hacettepe Tıpta okuyan kızı bana dönerek “Efen­dim, müsaade ederseniz bir hususu sormak istiyorum. Sizce gerçek bir aydının kriteri nedir? Ya da en belirgin özelliği nedir? dedi. Aslında güzel bir soru idi. Tartışma üslûbu diye cevap verdim. Yıllardır dikkat ederim. Kendini aydın sanıp, önüne gelen tartışmaya katılan nice insanların arasında bulundum. Bu tartışmalarda nice kalpler kırıldı, nice gönüller incindi, nice insan birbirlerine darıldı… Ses tonları yükseldikçe yükseldi. Ama sonuçta kim, neyi kazandı? Zaten polemiğin kanunudur: Sertlik, sertliği getirir. İnsanoğlunun hayatında mutlu, başarılı ve sağlıklı olabilmesinin ilk şartı dengedir. Tartışmalarda en çabuk kay­bedilen yine bu denge unsuru olmaktadır. Birden yumruklar sıkılmakta, kaşlar çatılmakta, gözlerden sanki alevler fışkır­makta, ses tonu perde perde yükselmekte, vücut sanki menfî elektrik çıkaran bir araç olmaktadır. Rahmanî sıfatların kay­bolduğu, bütün hücrelere nefsaniyetin sindiği, insana hiç ya­kışmayan, gerçek aydın kavramı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Ne hazin bir tecellidir ki, böyle yumruklarını sıkıp, ruhunu karartıp, avaz avaz bağıran insanlar, bu hareketleri ile güya savunduklarını iddia ettikleri sorunlarına, davalarına, tezlerine, inançlarına en büyük ihaneti yapmaktadırlar. Amaç kendi görüşümüzü, inancımızı karşı ta­rafa kabul ettirmekse, başvurulacak yöntem herhalde bu de­ğildir. Aslında, kalp kırmakla, kafa kırmakla elimize geçecek nedir?


Bir tartışma başlayacağı zaman kendimize önce şunu sormalıyız. Amacımız inandığımız bir düşünceyi, bir görüşü, bir tezi karşı tarafa kafa göz yara yara zorla kabul ettirmek mi, yoksa karşı tarafta inandığımız görüş doğrultusunda önce olumlu, uygun, güzel bir hava yaratıp sonra adım adım onu kendi düşüncemiz yönüne çekmek, kendi inancımız doğrul­tusunda onun ruhunun ve kafasının aydınlanmasını sağlamak mıdır? Acaba yumruklarımız sıkılı, bakışlarımız ateş dolu, ses tonumuz tabiilikten uzak ve bütün hücrelerimiz menfî elektrik saçarken karşı tarafta uyanacak ruh hali ve bunun sonucu olarak takınılacak tavır ne oluyor? Hiç düşündünüz mü…? Hepimizin bildiği gibi ister istemez karşı taraf da aynı havaya girecek, asabiyet onun da ruhunu saracak, nefsaniyeti uya­nacak, ne söylersek söyleyelim hemen “hayır” demeye hazır bir ruh haline bürünecektir. Ve böylece daha işin başlangıcında amaçtan uzaklaşılacak, dava kaybedilmiş olacaktır. Hatta karşı tarafın ileride de kazanılma ihtimali ortadan kalkacak, yapmak istediğimizin tam tersi bir durum ortaya çıkacaktır. Filmlerde görmüşüzdür, bazı petrol arayıcıları petrol çıkacağını umdukları bir bölgeye giderler, tesislerini kurarlar, çalışmaya başlarlar. Bazı yerlerden çok kısa bir sürede sonuç alınır, petrol fış­kırmaya başlar. Bazen aksi olur; uzun süre uğraşırlar, didinirler, alın teri dökerler, umutlarının kaybolacağı bir zaman aniden yüzleri güler, işte petrol diye sevinç çağlıkları atarlar. İnsanlar da böyledir. Kimi insanı kazanmak çok kolaydır. Çünkü onlar, zaten hazırdırlar. Kendi kendilerine bir ön hazırlık çalışması yapmışlar, belli bir aşamaya gelmişlerdir. Tıpkı fitili çıkmış bir mum gibidirler. Ufacık bir alev, onları tutuşturmaya yeter; yeter de artar bile. Ama herkesten bunu beklemek büyük bir yanılgı olur. Bazı kimseler daha önce bu ön hazırlık aşamasından geçmedikleri için, fikrin gelişimi ve çiçeklenmesi onlarda uzun bir süreç içinde tamamlanır. İlk sohbetlerde onun gönül top­rağına bir tohum atılmıştır. Ne kadar temiz ruhlu, iyi niyetli olursa olsun, doğal olarak önceleri bir kuşku içindedir. Kafası acabalarla doludur. Endişe içindedir. Duraksamaları kötü niye­tinden değil, gönül toprağına atılan tohumun henüz yeşerme­mesindendir. Davasına yürekten inanan akıllı, kültürlü gerçek bir aydının bu dönemde yapacağı iş; sabırla, iyi niyetle ve saygıyla sonucu beklemektir. Karşı tarafı kıracak, incitecek en ufak bir sözden ve davranıştan uzak kalmaktır. Acelecilik göstermek, sabırsızlık içinde olmak, bakış ve imâ ile dahi olsa, olumsuz bir hava içine girmek karşı tarafı ebediyen yara­layabilir. Tabii sonuçta beklenenin tam aksi olur. Atasözünde olduğu gibi, ancak sabreden dervişler muratlarına ererler. Akıllı çiftçiler toprağa tohumu ekerler ve sonra umutla, inançla eki­lenlerin yeşermesini beklerler. Bilirler ki, güneş er geç doğacak, karanlıklar aydınlanacak, tohumlar yeşerecektir. Sabır hayatın özüdür, aslıdır. Sabır her şeydir…


Mevlana Mesnevi’de “Bir damla suyun denize faydası vardır” der. Tartışmalardan sonuç mu almak istiyorsunuz, karşı tarafın kendi inancınız doğrultusunda değişmesini mi istiyor­sunuz, lütfen acele etmeyin. Edeple, incelikle, saygıyla tohu­munuzu ekin ve aynı asil duygular içinde sabırla, sükûnetle, araya hiç mi hiç nefsaniyetinizi karıştırmaksızın sonucu bek­leyin. Bir gün gelecek siz de, gönüllere diktiğiniz o nurlu ağacın meyve verdiğini göreceksiniz. Attığınız ufacık tohumlar gözleri ve gönülleri kamaştıracak görkemli ormanlara dönüşecek… Hiç kuşkunuz olmasın tarih bunun tanığıdır. İnsanlığın yaşadığı binlerce deneyim, hep bunu doğrulamıştır. Yeter ki beklemesini bilin. Sabırla bekleyin, sükûnetle bekleyin, aşkla, inançla bek­leyin. Şair Gülten Akın bu duyguyu ne güzel anlatıyor; “Bek­leyin, bekleyin, durmaksızın bekleyin / Bir gün unutulmuş bir aynadan / Bütün sevgiler size dönecek.”


Çok rica ediyorum, şu hususu hiç aklımızdan çıkarmayalım; tartışmalarda asabî bir havaya girdiğimiz, bağırmaya başla­dığımız zaman, dava daha başlangıçta kaybedilmiş demektir. Çünkü nefsaniyetin kirli yüzünü göstermeye başladığı yerde rahmaniyet kalmaz. Bencillik ve egoizm karşı tarafta da, daha şiddetli, daha yoğun olarak aynı duyguları davet eder. Hayatın kanunu budur. Bir iş, ya usul ve âdabına göre yapılmalı, ya da hiç başlanılmamalıdır. Uygar insanların tartışma üslûbu da uygarca, efendice olmalıdır. Burada ses tonu, jestler, mimikler ve bakışlar son derece önemlidir. Asabî bir ses tonu, hırçın bir ifade ile ne kadar iyi niyetli olursak olalım, sonuca gidemeyiz. Geçmiş büyükler bu hususa o kadar dikkat ederlermiş ki, evde hanımlarına, hırçın ve asabî oldukları zaman yemek yapma­malarını, çünkü o andaki ruh hallerinin yemeyi de etkileyeceğini, yiyenlerde huzursuz ve sıkıntılı bir ruh hali doğuracağını söylerlermiş. İnsan ruhu öylesine hassas ve ince bir yapıdadır ki, değil sözlerden, davranışlardan, bazen ufacık bir bakıştan bile ebediyen yaralanabilir. En kaba saba, en ilkel dediğimiz insanda bile bilmediğimiz nice ruh zenginlikleri, yücelikleri olabilir. Kimseyi hakir görmemek lâzımdır. Büyük Yunus; “Tehi görme kimesneyi, hiç kimesne tehi değil” der. Evet, Yunus’un dediği gibi hiç kimse boş değildir. Madem ki insan olarak yaratılmıştır, ruhunun derinliklerinde kimbilir ne um­manlar gizlidir. Yerine göre bir tek sözcük, sıcak ve içten bir ses tonu, dosdoğru ve tertemiz bir bakış, asil ve zarif bir jest, bir tavır, bir davranış o ummanları harekete geçirebilir. Bir eşkiyayı evliyâ haline getirebilir. Yeter ki, yola çıkarken, işe başlarken o ruh hali içinde olabilelim. Allah rızasından gayrı bir amacımız olmasın. Tek düşüncemiz Hakk’ın sesini duyurmak olsun. Yalnız Hakk’ı söylerken, Hak’la beraber olmayı unutmayalım. Önemli olan şekil değil, özdür. Yıllarca evveldi. Bir gün İs­tanbul’dan gelen bir arkadaşımla beraber camiye gittik. Ar­kadaşım olağanüstü incelikte, derinlikte, erişilmez bir ruh ve kültür yapısında, müstesna bir insandı. O gün camide Hoca Efendi Cuma hutbesine çıkmıştı. Yüksek bir ses tonu içinde attı tuttu, verdi veriştirdi. Caminin duvarları çın çın çınladı. Namaz bitti, dışarı çıktık. Arkadaşıma hutbe nasıldı dedim. Hafifçe tebessüm etti, insanın içine işleyen bir ses tonu ile “Hoca Efendi ağzı ile konuştu, biz de cemaat olarak kulağımızla dinledik” dedi. Yıllarca düşündüm bu sözü; doğal olarak, ağızla ko­nuşulup, kulakla dinlenilmez mi idi? Ama hayır demek istiyordu arkadaşım; sözler kalpten fışkırıp, bir başka kalpte yansıma yapmadıkça neye yarardı. Ancak gönülden gönüle geçen bir mânevi elektrik akımı ile sonuç alınabilir. Onun da, kendine has bir mânevi iklimi; edebe, saygıya, inceliğe dayanan bir atmosferi vardır. Ancak öyle bir iklim içinde ekilenler yeşerebilir, me­nevişlenebilir. Aksini iddia etmek, kapkara bir cehaletten, saf­dillikten, hatta yerine göre küstahlıktan başka bir şey değildir. Ben bugüne kadar, küstah, saygısız, it kılıklı, külhanbey tavırlı, şirret ve edepsiz hiçbir insanda, gerçek bir inanışın izine rastlamadım. İstedikleri kadar aksini iddia etsinler, birtakım kutsal kavram ve sözcükler dillerinden hiç eksik olmasın, onlar sadece kendilerini aldatıyorlardır. Tatmin etmek istedikleri sa­dece nefsaniyetleridir, zavallı egolarıdır. Ama binbir kalıp ve şekil içinde büyük büyük iddialarla ortaya çıkarlar, önüne gelene çamur atarlar, dil uzatırlar. Ama unutmasınlar ki, gönül gözü açık olan kimseyi kandıramazlar. Çünkü güzellik ve inanç, ancak saf ve hayran kalplerin sesidir.


Nice kitaplar dolusu yazan, çuvallar dolusu lâf eden insanlar vardır ki, hayatlarında hiç kimse üzerinde etkili olamamışlardır. Çünkü onlar işin kolayına gitmişler, görevlerini hafife almışlardır. Kitaplar dolusu yazan insan nasıl olur da işin kolayına gidebilir diyeceksiniz? Evet, hiç kuşkunuz olmasın, öyledir. Önemli olan, kütüphaneler dolusu, deve yükü kitap yazmak değildir. Önemli olan, Resulullah’tan gelen mânevi ışıkla, kalbimizi ve kafamızı aydınlatmak, onun ışığında ve onunla beraber olarak hayat yo­lunda yürümektir. Papağan gibi, birtakım sözler ezberleyip, olur olmaz yerde onları tekrarlamak insana bir şey kazandırmaz. Teyp de kendisine okunan şeyleri aynen söylüyor. Bunun ona faydası nedir? Lütfen lüzumsuz iddiaları, boş sözleri bırakıp gerçeğe dönelim. Onu bulmaya, yakalamaya ve yaşamaya ça­lışalım. Paydos diyelim bütün saçmalıklara, safsatalara… Sol­mayan rengin, pörsümeyen yeninin, ebedî güzelliğin peşinde olalım. Ancak böylesine yüceler yücesi bir aşkın rengine bü­ründüğümüz sürece, tartışmalarımızın bir anlamı olabilir. Gerisi sadece boş söz, zaman israfı ve kendini kandırmaktır. Allah cümlemizi böylesi tartışmalardan korusun.


Bu haftaki sohbetimizi burada noktalıyor, gelecek hafta yine beraber olmak umudu ile hepinizi saygı ile selâmlıyorum.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]