Gerçek Şiire Doğru
Ankaralı okurum sayın M.S., inci gibi yazısıyla gönderdiği mektubunda, bu haftaki sohbetimizin, edebiyat ve şiire ayrılmasını, güzel mısralarla da bezenmesini istiyor. Biz de bu haftaki sohbetimizde okurumuzun isteği üzerine şiir ve edebiyat üzerine konuşacağız…
Resulullah, Allah’ın güzel olduğunu, güzeli sevdiğini ifade etmiştir. Onun için her işimizi de güzel kılmamız gerektiğini işaret buyurmuştur. Güzelliğe karşı duyulan özlem, doğuştan hemen her insanda az ya da çok vardır. İslâm, bu masum içgüdüyü köreltmek değil, onu mümkün olduğu kadar hayırlı bir biçimde kullanarak, olumluya kanalize edip, bozulmasını önlemek taraftarıdır.
Edebiyat kelimesi Arapça “edep” kelimesinden gelir. Edep, iyi terbiye, nezaket, incelik, zarafet demektir. Edep, dinin, kültürün, hayatın özüdür, aslıdır. Edep, insanı insan yapan, onu yücelten en önemli haslettir. Kültürlü insan, her şeyden önce edepli insan demektir. Bir insan isterse beş fakülte bitirsin, birçok doktora çalışmaları yapsın, eğer edepli değilse boşuna kürek çekmiş demektir. Edepli olmayan insanın hayvandan farkı nedir? Hatta, hayvandan daha aşağı değil midir? Günlük hayatta bakın çevrenize, caddeler, bulvarlar, işyerleri ne yazık ki her gün biraz daha edep yoksunu diplomalı eşeklerle dolmaktadır. Ve bu tür kimselerin eli kalem tutanları da, edebiyatı bütün yüce, asil ve nezih çizgisinden ayırarak Hak’tan uzak, nefsanî tutkularının bütün iğrençlikleri ile boşaldığı bir lavabo haline getirmektedirler. İş öylesine yayından çıkmış durumda ki, bazı kadın yazarlar da bu pislik modasına ayak uydurarak, iğrenç duygularını, sapıklıklarını sergilemekte erkeklerle yarış etmektedirler. Edebiyat kelimesi adına ne hazin bir tecelli… Edebiyat, terbiye dışına çıkıldığında güzel olma, etkili olma, örnek olma vasfını kaybeder. Diğer güzel sanatlarda olduğu gibi edebiyatta da güzellik ölçülü, âhenkli, ince ve derin olmayı gerektirir. Düşünmesini sevenler, edebiyattan daha derin zevk alırlar. Güzel eserler, bizim duygu, düşünce ve hayal dünyamıza çeki düzen verirler. Bizim kendi kendimize çözümleyemediğimiz sorunlarımıza ışık tutarlar. Büyük Yunus “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” derken, ciltlerle kitabın anlatamayacağı düşünceleri, kısa ve özlü olarak ne güzel dile getirir. Bilimin de, felsefenin de, güzel sanatların da çıkış noktası işte budur. Hazır ve dar kalıplarla yetinmemek, hayata her gün, her an yepyeni bir açıdan bakabilmek, bize kadar gelen ezber değer yargılarını elimizin tersi ile itip, işin aslını araştırabilmek, özüne inebilmek, gerçeği ortaya çıkarabilmek… Hayatta bundan daha güzel, daha heyecan verici ne olabilir? Her gün hayata yeniden başlayabilmek, yıllardır gelip geçtiğimiz yollarda, yepyeni görüntüler, renkler ve güzellikler yakalayabilmek, kırk yıllık dostlarımıza bile, sanki yeni tanışıyormuşçasına, ilk defa görüyormuşçasına bakabilmek şiirin aslı değil midir? Yunus Emre “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyor. O ruh halini içinde yaşayan, o pırıl pırıl, o tertemiz bakışlarla insana, doğaya, olaylara her an yeni doğmuşçasına gidebilenler “Yunus bir haber verir, işitenler şâd olur” mısraını ta içlerinde duyarak ebedî mutluluğu bulanlar değil midirler? Azize Therese “İnsan ruhu ışıktan billura benzer; ışıkla dolunca, ışıktan fark edilmez” diyor. İnsanın güzel sanatlarla, günlük hayatın basitliklerinden sıyrılıp renk dolu, ışık dolu, şiir dolu bir âlemde yaşaması gerçek hayatın kendisi değil midir? Adına ömür dediğimiz, hayatın sonsuzluğu önünde bir an kadar kısa olan zamanımızı böyle güzel, böyle şiir dolu, böyle aşk dolu, pırıl pırıl yaşamak varken ilkel, aciz, zavallı insanlar gibi içkiye, kumara, dedikoduya sığınmak, onlardan medet ummak budalalık değil midir? Aslında bizler akıl almaz, takat getirilmez sayısız güzelliklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Her ânı, her yeri, her yönü mucizelerle dolu bir dünya… Fazıl Hüsnü Dağlarca bir mısraında “Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel” diyor. Önemli olan bu anları, olanaklar elverdiği ölçüde çoğaltmak, onları hayatımıza hâkim kılabilmektir. Dünyanın varlığı insana bağlıdır ve insan dünyayı, iç dünyasında geliştirip büyüttüğü aşk ve şiirle, bir çiçek gibi besler. Bu duyguyu kâinatta kimse Yunus kadar güzel anlatamadı… “Bu dünya bir gelindir, yeşil kızıl donanmış / kişi yeni geline bakıbanı doyamaz.”
Güzellik duygusu insan ruhunu kuşatınca, insanın hayata bakış açısı birden değişir. Başkalarının tahammül edilemez bulduğu, görmek bile istemediği insanlar ve mekânlar şairin gözünde doyumsuz bir anlam kazanır. Hastalıklar, acılar, yalnızlıklar ve ekonomik güçlükler içinde çırpınan, bu arada işitme duygusunu da kaybeden Beethoven, 9’uncu senfoninin koro bölümünde kardeşlik ve sevinçten örülü, inanılmaz güzellikte bir dünya sunar insanlara. Evet, yaşantılar hep ölü noktalarla doludur. Ona hayat veren sanattır. Yaşantıyı canlandırarak çekici bir hale getirmek, sanatçının başlıca görevlerinden biridir. Onlar nesnelere, olaylara, sözcüklere öyle biçimler verirler ki, zihin, göz, kulak duraklamak zorunda kalır. M.S., “Bir gün gelir terk eder ruh insanı / Anladım dirilişedir bu gidiş” derken, mânânın maddeyi, ruhun bedeni aştığını ne güzel anlatmış. Günlük yaşantımızın nasıl büyük ve gürültülü bir karışıklık içinde geçtiğini hepimiz biliyoruz. Günlük hayat çoğu zaman monotonluk, tek düzelik içinde yaşanır. İnsanların çoğu, ağır bir uyuşukluk hali içindedir. Gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler; kalpleri vardır, hissetmezler. İşte gerçek edebiyatçı onları omuzlarından tutup silkeleyen, gönül gözlerini açan, onlara o güne kadar hayatları boyunca görmedikleri, yaşamadıkları güzellikleri, hayatın sırlarını, varoluşlarının anlamını gösteren insandır… Bu yönleri ile de, hayatın oluşumu içinde, son derece etkin ve önemli bir sorumluluğun içindedirler. Ve bu ne ağır bir yükümlülüktür. İç dünyaları zifirî karanlık içinde olan insanları ve toplumları daha iyiye, daha güzele götürmenin, onları karanlıktan aydınlığa çıkarmanın, çirkinden güzele döndürmenin tarihsel yükümlülüğü… İşte gerçek edebiyatçı ve şair bu insanlardır, yoksa toplumun vurdumduymazlığı içinde kaybolmuş, varoluş nedenini ve tarihsel sorumluluğunu unutmuş, kuyruğuna basıldığı zaman bağıran kedi yavrusundan farksız, âciz, zavallı ve serseri insanlardır. Burada serseri sözcüğünü hakaret olarak kullanmadım. Ona gerçek anlamını verdim. Serseri, cahil bırakılmış, yetiştirilmemiş, eğitilmemiş, dinsiz çocuğun büyümüş halidir. Serserilere, köprü altında rastlanabileceği gibi, onları toplum hayatının çeşitli alanlarında da görebiliriz.
Yaradılış amacını bilmeyen, bilmek istemeyen, nefsanî itişlerle hareket eden nice serseriler, toplumdan evvel en büyük zararı kendilerine verirler de, farkına bile varmazlar. En büyük şair, insanlara gerçek kimliğini, niçin yaratıldığını, nereden gelip, nereye gittiğini estetik ölçüler içinde en kuvvetli ve en güzel şekilde duyurabilen insandır. Yunus’lar, Mevlana’lar, Mısrî Niyazi’ler, İkbal’ler, Mehmet Akif’ler, Necip Fazıl’lar bunun için yaşıyorlar, bunun için yaşayacaklar.
Sayın M.S., şiir sevmek, edebiyatla meşgul olmak, değerli şairlere saygı duymak elbette güzel şeylerdir. Ama önemli olan, hayatın içindeki, doğadaki, nesnelerdeki şiiri sezip yakalayabilmek, onu yaşayabilmektir. Önemli olan, kendi yaşantımızı şiir haline getirebilmektir. Onu, her an çevremizde varolan güzellikleri algılayıp, neredeyse somut bir hale getirip, her an yaşayabilmektir. Sainte Auguste, “geliniz bir ânımızı imanlı geçirelim” der. Günlük yaşantımız içinde, bu “bir an”ları çoğaltıp, günümüzün çoğuna hâkim kıldığımız zaman, işte o zaman yaşamak bir dua olur. İşte gerçek şiir odur. Gerçek yaşantı odur. Tasavvufta, “namazı daimun” denilen bir kavram vardır. Her an uyanık, her an tetikte, her an çevremizde görülen, beliren, var olan sayısız güzellikleri, tecellileri kavrayıp algılamamızı sağlayacak bir ruh hali içinde olabilmek. Onlarla çoğalabilmek… Onları kendimize katarak büyüyüp, yücelebilmek… Yunus, “bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” diyor. İnsan bu duyguları ancak kendi şahsî hayat macerası içinde yaşayabilir. Önemli olan, sadece şiirin okuyucusu veya yazarı olmakla kalmayıp, onunla hemhâl olmak, onu günlük hayat içinde yaşayabilmektir. Cahit Sıtkı “Sevmek, devam eden en güzel huyum” der. Ne güzel, ne canlı bir duygudur o… Önceleri, bir nesnede, bir kişide beliren o duyguyu, zamanla genişletip büyütebilmek… Arıtmak, temizlemek… Sınırlarını her an çoğaltarak belirli bir insanın, bir grubun, bir mekânın dar sınırları içinde hapsolmaktan kurtararak, dağlarıyla, denizleriyle, bitkileri, hayvanları ve insanlarıyla, yerdeki en ufak bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün kâinatı kucaklayabilmek…
İşte sayın okurum, hayat budur, sevgi budur ve… şiir budur. Ömrünüzün, bütün zaman ve mekânlarda, sevgilerin en temizi, en güzeli, en gerçeği ile dolmasını yürekten diliyor, selâm ve saygılarımı sunuyorum.
|