subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                    Sabri Tandoğan

 

Hayat Nedir?

Çok değerli okurum Sayın A.Ö., Zaman Gazetesi’ne gön­derdiği 24.11.1986 tarihli mektubunda, bu haftaki sohbetimizin konusunu belirlemiş. Hayat Nedir? Mektubunda “Bu sorunun cevabını 6-7 yıl önce çok kimselerden sormuş, tatmin edici bir cevap alamamıştım.” dedikten sonra “23 Kasım 1986 günlü Zaman Gazetesi’nin, Pazar Sohbetleri bölümündeki (Hayat her şeye rağmen yürüyenlerindir.) başlıklı yazınızı ilgiyle okudum. Yazılarınızı “ufku geniş dünyalara açılan pencereler” niteliğiyle okuyor, arkadaşlarıma salık veriyorum. Yaşama daha bir sıkı sarıldım, sorumluluklarımla daha bir kucak kucağa geldim, ya­zınızı okuyunca… Gerçekten, biz gençler için, hele hele aç­mazlarla her an karşı karşıya bulunan öğrenciler için, hayata bağlayıcı bu yazıların önemi büyük…” şeklinde düşüncelerini belirtiyor.


Daha önce de yazmıştım. Sohbetlerin konusunu sizler be­lirleyeceksiniz. Kalbinize, kafanıza takılan, sizi üzen, sevindiren, düşündüren her şey sohbetimize konu olabilir. Yazın… içinizden geldiği gibi, endişesiz, sansürsüz, kuşku duymadan, olanca iç­tenliğinizle yazın. İnanın ki, mektuplarınız ister iki satır, ister yirmi sayfa olsun, aynı dikkat ve özenle tekrar tekrar okunacak, sıraya konularak, önerdiğiniz konular sohbetimize konu ola­caktır. Benim düşüncemden ne çıkar demeyin. Belki yazaca­ğınız bir düşünce, vesile olacağınız bir sohbet, binlerce insana ışık tutacak, hayatlarına yepyeni bir anlam kazandıracaktır. Büyük Yunus, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz” diye boşuna mı söylemiş. Bizler, okur ve yazar olarak hepimiz “Zaman” ailesinin bireyleriyiz. Geliniz el ele tutuşalım. Bir muhteşem koro oluşturalım ve çağın en gür sedası ile bütün insanlığa seslenelim. En yüce duygular, en temiz gönül ür­perişleri ile iyinin, doğrunun ve güzelin “Dokuzuncu Senfonisini” biz söyleyelim.


Hayatın ne olduğu hakkında bugüne kadar sayısız dene­bilecek pek çok tarifler yapılmış, her tarif yapan kendi görüş açısını yansıtan bilgileri ileri sürmüştür. Bunların pek çoğunda bir yere kadar gerçek payı da bulunur. Ama hiçbiri bütün yönleriyle hayatı kapsayacak kadar derin ve şumûllü olmamıştır. Çünkü hayatta öyle olaylar ve nüanslar vardır ki, hiç kimse onların tümünü kapsayacak bir tarif getiremez. Hepsi bir yerde göreceli kalmaya mahkûmdur. Bu açıdan biz, sadece kendi görüş açımızı açıklayıp, takdir hakkını sizlere bırakacağız.


Efendim, yıllarca önce genç bir fakülte öğrencisi idim. Profesörümüz, kürsüde tatlı tatlı dersini anlatırken, arada güzel sözler söyler, anılarını anlatarak ilgiyi çekerdi. Bir ara yine bir anısına başladı, “Ufacık bir çocuktum. Kafam varoluşumun ve yaratılışımın nedenlerine takılmıştı. Bir gün anneme gittim. Dün­yaya gelişimin nedenini sordum. Annem, düşündü, düşündü, sonra ne bileyim ben dedi. Git babana sor, bir gün babama sordum. Şaşırdı, ben ne bileyim oğlum, git anana sor dedi. Allah Allah, ne biçim işti bu! Ben dünyaya gelmiş, yaşıyor, büyü­yordum. Ama ne anam, ne babam dünyaya gelişimin, varo­luşumun nedenlerini açıklayamıyorlardı.” Ya sevgili hocam, öyle işte. Nice nice insanlar ya bu soruyu kendilerine hiç sormu­yorlar, ya da cevabını bulamıyorlar. Sonra da o perişan ve derbeder yaşantı ömür boyu sürüyor. Dünyada yaşayan dört milyar insan içinde kaç kişi bu soruyu açık seçik olarak kendine sorabilmiş, cevabını verebilmiştir? Asıl iş burada başlıyor işte…


Bizler yeryüzüne tekâmül etmeye geldik. Tekâmül etmek, günden güne gelişmek, her gün biraz daha iyiye, güzele, doğ­ruya, mükemmele gidebilmek için çırpınarak, kendi öz ben­liğimizi, kendi aslımızı bulabilmek demektir… Yaşamı bir özsu gibi damarlarımızda duyarak, yeryüzündeki bütün insanları, hayvanları, bitkileri, dağları, denizleri, bütün cemâdatı yerdeki en ufak bir kum tanesinden gökyüzündeki yıldızlara kadar sevip kucaklayabilmektir… Şair Özdemir Asaf, bir kitabının ismini “Dünya Kaçtı Gözüme” koymuştu. Bazen insan ruhu öyle büyür, öyle yücelir ki, bütün kâinat onun yanında bir zerre gibi kalır. Ah ne olur, şu sevgi denen insanı ötelerin ötesine, yücelerin yü­cesine götüren o harikulâde olayı birtakım dar, bağnaz ve bencil sınırların ötesine götürebilsek. Onu gereği gibi değerlendire­bilsek. Bizleri sımsıkı saran, nefes aldırmayan, rahat, huzur yüzü göstermeyen, içimizi yiyip bitiren o zavallı bencillik zin­cirlerini parçalayabilsek… Sevgi okyanusunda alabildiğine kulaç atabilsek… Ta… benlik senlik kalmayıncaya kadar… Sevsek… Sevsek… Deliler gibi… Çılgınlar gibi alabildiğine sevsek. Dur durak bilmeden, sınır tanımadan, bütün kâinatı kucaklayabilsek. Ne vakte kadar? Son nefesimize kadar. Ve o anda, dünyaya bakıp, selâm sana ey hayat desek. Ben seni bütün varlığımla sevdim. Dağlarını, denizlerini sevdim. Yağan karını sevdim. Esen rüzgârını sevdim. Bana verdiğin bütün nimetlerini sevdim. Sana çok teşekkür ederim. Ben şimdi öbür dünyaya başka bir güzelliğe göçüyorum. Sana sevgi, sana saygı, sana selâm ey hayat. Ve sonra dönsek Rabbimize. “O bizden razı, biz ondan razı olarak…” Tıpkı, deli dolu, köpüre köpüre akan bir nehrin bir okyanusa kavuşup huzur ve sükûna ermesi gibi.”


İşte böyle sevgili okurum, ben hayata böyle bakıyor, onu böyle yaşıyorum. Dikkat buyurun, anlayışım bu demedim. Öyle yaşıyorum dedim. Önemli olan yaşantıdır. Lütfen, çok önem verin. Hayatın özü ve aslı budur, yaşantıdır. “Hâl”dir. Oku­duğumuz yazılar, dinlediğimiz sözler yaşantıya dönüşmedikçe, hamallıktan başka bir işe yaramaz. Üstündeki mücevher yü­künün eşeğe faydası nedir? Yazdığı, konuştuğu zaman man­galda kül bırakmayan, atıp tutan, saçıp savuran insanlardan daima uzak kalın. Üstlerindeki yaldızı kazıyınca küften başka bir şey bulamazsınız onlarda… Sevgiden, saygıdan, incelikten uzak yaşarlar. En güzel duygular, en temiz ürperişlere uzat­tığınız sevgi dolu ellerinizi görmezler bile. Ya da kabaca, hoyratça iterler. Yüz vermeyin onlara. Büyük olana, yüce olana, asil ve temiz olana gidin. Sözü ile değil, fiili ve yaşantısı ile örnek olana gidin. Bilgi hamalı olmayın. Az ve öz öğrenin, ama yaşayın onları. Öğrendiklerimiz bir özsu gibi dolaşsın damar­larımızda. Sizden bir parça olsun. Hayatta ne ayaklı kütüp­haneler gördüm, sefalet içinde yaşayıp, sefalet içinde öldüler.


Vaktiyle bir şehirde zahiren yapayalnız, ama gönlü her an O’nunla beraber olan bir Allah dostu yaşarmış. Kundura dikerek geçimini sağlarmış. İyi, güzel, hayırlı sözleri ve yaşantısı ile çevresinde örnek insan olarak gösterilirmiş… Derdi olan ona gider, müşkülü olan ona koşarmış. Bir gün bu şehre, büyük bir hadis bilgini gelmiş. Münâdiler, herkese duyurmuşlar olayı. Falanca gün, ikindi namazından sonra, ders yapılacak demişler. Bizim kunduracı o gün camiye gidiyor, namazını kılıp, dersi dinlemeden çıkıp gidiyor. Herkes hayret içinde. Yahu diyorlar, bizim hürmet ettiğimiz, elini öptüğümüz adamın şu yaptığı işe bakın. Olur mu böyle? Cemaat içinde, gönül gözü açık olan birisi, arkadaşlar, hemen hüküm vermeyelim, gidip nedenini soralım, diyor. Birkaç kişi ziyaretine gidiyorlar ve soruyorlar. Allah dostu zatın gözleri dalıyor, bir süre sessiz kaldıktan sonra, efendim diyor, bundan yıllarca önce, yine böyle büyük bir hadis bilgini gelmişti. Yine ikindi namazından sonra ders verecekti. Kağıt kalem götürdüm. Not tuttum, yedi hadis söyledi, açık­lamasını yaptı. Çok heyecanlandım, dersten çıkarken bu ha­disleri hayatıma mal edip, yaşamaya söz verdim kendi kendime. Aradan yıllar geçti, bütün gayretime, çırpınmama rağmen, ba­kıyorum da o öğrendiklerim henüz yaşantı haline gelmemiş, şimdi ne yüzle o bilginin huzuruna gidip, yeni ders alayım?


Ne zaman bu zatı hatırlasam ürperirim. Bu nedenle sizleri O’nun sözleri ile baş başa bırakıp, aradan çekiliyorum.


Hepinize gönüller dolusu selâm, sevgi, saygı…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]