subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IX                                                                    Sabri Tandoğan

 

İnsan Yetiştirmek

Gece İstanbul’dan bir telefon geldi. Eczacı olduğunu söyleyen bir okurum “Efendim,” diyor, “lisede okuyan bir kızım var, bir türlü kızım üzerinde etkili olamıyorum. Ne söylesem nâfile. Bildiğini okuyor. Söylediklerim bir kulağından giriyor, diğer kulağından çıkıyor. Başına buyruk. Bu duruma üzüldüğüm oluyor, hatta zaman zaman ağlıyorum da. Elimden bir şey gelmiyor. Ne yapmam gerek? Bazı psikologlarla görüştüm. Bir sonuç alamadım. Sizin muntazam konuşmalarınızı dinliyor, ya­zılarınızı okuyorum. Size inanıyorum. Lütfen bana bu konuda yardımcı olur musunuz? Ne yapmam gerek? Nasıl bir tavır takınmam icabediyor, cevabınızı bekliyorum.”


Değerli okurum, söze başlamadan önce bir hususu be­lirtmeme müsaade etmenizi rica ediyorum. Eminim, anlata­cağım anekdotu siz de biliyorsunuz, bu satırları okuyacak her­kes de biliyor ama, sadece bilmek yetmiyor ki. Bazı gerçeklerin kitap sayfalarından, gazete sütunlarından çıkıp, hayata intikal etmesi gerekiyor. Olay şu: Bugün bazı aklı evvellerin, çok bilmişlerin yok saymaya çalıştıkları Hanefi mezhebinin kurucusu büyük âlim, büyük velî İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri’ne genç bir anne çocuğuyla beraber gelir. “Efendim,” der, “size yalvarıyorum, bana yardımcı olun. Bir aya yaklaşıyor, af bu­yurun çocuk ishal. Yemiyor, içmiyor, sararıp soluyor. Gitme­diğim doktor kalmadı, ne olur bir dua edin, yavrum iyileşsin.” İmam-ı Âzam Hazretleri tefekküre dalar, sonra kadına döner: “Şu kadar süre sonra çocuğu tekrar getir.” der ve kadını uğurlar.


Sürenin bitiminde kadın çocuğuyla beraber tekrar gelir. Ebu Hanife Hazretleri çocuğu yanına oturtur. Saçlarını okşar, elini omzuna koyar, tatlı, yumuşak, sevgi dolu bir sesle, “Yavrum,” der, “hatırım için, lütfen, bir süre bal yeme.” Çocuk hemen cevap verir, tebessüm ederek “Peki amca,” der, “söz veriyorum, yemeyeceğim.” Onun üzerine genç anne biraz asabileşir, “Yani efendim,” der, “anlayamadım. Çocuğun fazla bal yemekten ishal olduğunu biliyordunuz, biz bir türlü lâf dinletemedik, siz güçlü kişiliğinizle bir tek cümlede çocuğu ikna ettiniz, neden ilk ge­lişimizde bu sözü söylemediniz? Bu kadar zaman bana ıstırap çektirdiniz?” İmam-ı Âzam Hazretleri tebessüm ederek kadına döner, “Haklısınız yavrum,” der. “Siz ilk geldiğiniz zaman ben de her gün bal yiyordum. Kendim her gün bal yerken, her gün bal yiyen yavrunuza yeme, desem etkili olamazdım ki. Size ver­diğim mühlet içinde kendi kendimi sınavdan geçirdim. Acaba bal yemeden durabilir miyim, diye bekledim. Baktım oluyor, onun üzerine çocuğa, bal yeme yavrum dedim. İnsan kendi yap­madığı, yapamadığı işleri başkalarından beklerse sonuç ala­maz.”


Sayın okurum! Bizim en büyük yanılgılarımızdan biri, bir­takım direktifler vermekle, konuşmakla, şöyle yap, böyle yapma demekle her şeyin halledileceğini sanmamız. Gönülden gel­meyen, daha önce yaşanılmayan, uygulaması olmayan sözlerin hiç ama hiç etkili olamayacağını bir bilsek, bilebilsek... Kendisi sigara içen bir anne çocuklarına sigaranın zararları hakkında uzun uzun nutuklar atsa, birtakım bilimsel gerçekleri dile getirse, faydası olur mu sanıyorsunuz? Kendisi her gün içki içen bir baba, oğluna içkinin zararlarını uzun uzun anlatsa, ne etkisi olur ki. Çocuk dinler dinler, sonra bıyık altından güler, kendi kendine “Yahu,” der, “benim babam ne kadar samimiyetsiz, içi başka dışı başka bir insan... Madem içki bu kadar zararlı da kendisi niye içiyor? Söylediğine mi inanayım, yaptığına mı?” Anadolu halkının binlerce deneyiminden sonra, “İmamın yap dediğini yap, ama gittiği yoldan gitme”, sözünde ne kadar acı, üzücü, ağlatıcı bir gerçek vardır.


Işık gelince karanlık dağılır. Bir tasavvuf şairi ne güzel söylüyor:


“Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmat


Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde…”


Lâfla peynir gemisini yürüteceklerini sananlar daima hüsran içinde kalacaklardır. Kendimizi ne güzel kandırıyoruz. Bir şeyleri okumakla, dinlemekle öğrendiğimizi sanıyoruz. Biz bu hususu biliyoruz, diyoruz, kasım kasım kasılıyoruz. Oysa İslâm’da·bilgi teorisinin iki aşaması var: 1- Bilginin edinilmesi, 2- Edinilen o bilginin günlük hayata intikâli, uygulaması, yaşantı haline dö­nüşmesi. Şunu iyi bilelim ki, sadece bir şeyleri bilmekle her meseleyi çözdüklerini sananlar önce kendilerini aldatıyorlar. Şeytan da meleklerin en bilgilisiydi. Kalp temizliği, Allah’a ve Peygambere doğru yöneliş, haddini bilme, edep ve tevâzu olmayınca, çok bilgili olduklarını iddia edenlerin Nemrutlara, Firavunlara taş çıkarttıklarını da görüyoruz. Ben, bugüne kadar, sadece kupkuru bilgisiyle, kimsenin bir tek insanı bile etki­leyebildiğini, onların hayatını iyiye, güzele çevirebildiklerini, gö­nüllerine iman ışığı serptiklerini hiç görmedim, varsa siz gös­terin. Buyurun, sade bilgiyle yol gösterilseydi, bu işi şeytan herkesten iyi yapardı. İnsanları etkileyen kal değil, hâldir. İn­sanlar sözü ile değil, fiili ile yol gösterenlere uyarlar. Çocuk­luğumu hatırlıyorum, rahmetli annem edebiyat öğretmeniydi, üç dil bilirdi. Çok kültürlü bir hanımefendiydi; bir o kadar da inançlarına bağlıydı. Allah ve Peygamber sevgisiyle doluydu. Senenin beşte dördünü oruçla geçirirdi. Son günü de dahil, hiç kazaya namaz bırakmadı. Hayatımda, din ve dünya sentezini annem kadar güzel kuran ikinci bir insan tanımadım. Annemin bana bir kere bile din, iman üzerine nutuk attığını hatırlamı­yorum, ama ben hayatımda iyi, güzel, doğru, temiz, asil ne öğrendimse hepsini annemin hareketlerinde gördüm. Annem sözü ile değil, fiili ile öğüt veren kimselerdendi. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. Hayatta dikkât ettim; patırtı gürültüyle, lâfla, hele hele sonu gelmeyen münakaşalarla, kapalı yumruklar, sımsıkı dişlerle İkinci Ramses’in mumyasını andıran kimselerin bir tek kişiyi dahi hayra, iyiye ve güzele yönelttiğini görmedim.


Din ve aşk münakaşaya gelmez. Kavgaya hiç gelmez. Mayın tarlalarında, ateş hatlarında, ayak üstünde lâf yetiştirerek bir iş yaptıklarını sananlar, sadece ama sadece nefsaniyetlerine hizmet edenlerdir. Hakikat daima sessizdir, sakindir, ağırbaş­lıdır, vakurdur, edeplidir, mütevazıdır. Hakikat terazisinde ego­nun, nefsaniyetin, edepsizliğin, şirretliğin yeri yoktur. Bu böyle biline.


Tarih boyunca görülmüştür ki, nerede münakaşa varsa, saygısızlık varsa, ille benim dediğim doğrudur firavunluğu var­sa, o ailede, o işyerinde, o konuşmada, o tartışmada hayır, güzellik, zarâfet ve incelik aramak ve olumlu sonuçlar beklemek sadece hayaldir. Aksini iddia edenler, savunanlar varsa bu­yursunlar, sabaha kadar dinlemeye hazırım. Saygı saygıyı, sevgi sevgiyi, tebessüm tebessümü, incelik inceliği davet eder. Bugün için dünyada çocuk eğitimini en başarılı götüren insanlar Japonlardır. Japonlar, çocuklarına katiyen çocuk muamelesi yapmazlar; sanki bir hükümdara, bir imparatora davranır gibi çocuklarına davranırlar. Onlara karşı kelimelerle izahı mümkün olmayan sonsuz bir saygı gösterirler. Anne baba, çocuklarının önünde değil kavga etmek, münakaşa etmek, yüksek sesle konuşmaktan bile çekinirler.


Bir arkadaşım anlatmıştı, yıllar önce bilimsel bir inceleme yapmak için Japonya’ya gittiğini söyledi. Bir Pazar sabahı ban­liyö trenine biniyor. Karşısında bir Japon aile var. Anne baba ve iki yaşında çocukları; baba elinde gazetesi, köşesinde dalıp gitmiş. Anne çocukla meşgul. Bir ara çocuk ağlamaya başlıyor, sesi gittikçe yükseliyor. Anne ne yapsa nafile, bir türlü çocuğu susturamıyor. Son çare olarak eşine rica ediyor. Baba, gaze­tesini bırakıyor, çocuğun yanına gidiyor ve parmaklarıyla çocu­ğun yüzüne minicik, çok yumuşak bir fiske vuruyor. Kapanan bir radyo gibi çocuk derhal susuyor. Yıllardır bu olayı düşünürüm, hâlâ izahını bulabilmiş değilim. Ortaokuldayken okumuştuk, Abdülhak Hâmid’in bir sözü vardı Türkçe kitabında:


“Kim demiş ki çocuk küçük bir şeydir.


Bir çocuk belki en büyük şeydir.”


diyordu. Evet sayın okurum! Her çocuk başlı başına bir âlem. Hem o güne kadar bir benzeri görülmeyen muhteşem bir âlem. Apayrı bir dünya. Önemli olan ölçülü, itidalli, dengeli bir sev­giyle, saygıyla, edep, incelik ve sabırla, tahammülle onu an­lamaya çalışmaktır. Çocuk ruhu üzerinde yapılacak en ufak bir tahribat, onu haksız yere azarlamak, incitmek ve kırmak, bazen bir ömür boyu kapanmayacak bir yaranın açılmasına neden olabilir. Çocuk ruhu o kadar hassas, o kadar ince, o kadar kırılgandır ki, çocuğun yüzüne bakarken bile sevgi, saygı ve edep duygusu ile dolu olmamız gerekir. Tıpkı bir dağ kendisine nasıl seslenilirse öyle aksi seda verirse, çocuk ruhu da öyledir. Çocuklar kendilerini küçük gören, önemsemeyen, kendilerine tepeden bakan insanları anne babaları dahi olsa affetmezler. Onu, bir ömür boyu dinmeyen bir sızı gibi içlerinde hissederler. Hepimiz öyle değil miyiz? Çocukluk günlerimizi bir düşünelim. O günlerde bize yapılan haksızlıklar, adaletsizlikler, kabalıklar hep bizi rahatsız etmez mi? Hâlâ zaman zaman içimizde bir yerleri tedirgin etmez mi?


Kâinatın Efendisi buyuruyor: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” Sonradan aile, okul, toplum üçlüsü o melekten bir canavar çıkarmak için ne mümkünse yaparlar. Sevginin bile, yokluğu kadar aşırılığı da çocuk ruhundaki has­sas dengeleri bozar. Bir bardak çaya dokuz şeker atarsanız o çay ilâçtan beter olur. Bütün mesele, her an dikkâtli, her an uyanık olarak dengeleri sarsmamaya çalışmakta. Hayatta kötü ve çirkin insan yoktur. Yalnız içindeki güzellikleri, incelikleri, faziletleri dışarıya yansıtma imkânı bulamamış insanlar vardır. Güzelliklerin ortaya çıkabilmesi için sevgi dolu, saygı dolu, anlayış dolu bir ortama ihtiyaç vardır. Doğuştan her insanda mevcut olan Nur-u Muhammedî böyle bir ortamda açığa çı­kabilir. Yemin ederim ki, nefsaniyetin, kabalığın, kırıcılığın ege­men olduğu ortamda hiçbir dinî güzellik çiçeklenemez, mâ­nevileşemez. Dinin lâfını etmek, münakaşasını yapmak, kav­gasını vermek başka şeydir; dinin güzelliklerini kalbinin derin­liklerinde yaşamak başka şeydir.


Siz bir Yunus’u, bir Mevlânâ’yı, bir Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı, bir Hacı Bayram’ı, bir Akşemsettin Hazretleri’ni, bir Ahmet Rıfai Hazretleri’ni, bir Paşa Dede’yi, bir Hayri Ögüt Hazretleri’ni, münakaşa yaparken, yumruklar sıkılı, dişler ke­netlenmiş düşünebilir misiniz? Çocuk eğitimi de aynen öyledir. Bağıra çağıra, vura kıra, söve saya eğitim olmaz. Shakespeare diyor ki, “Aşktan bahsederken yumuşak bir sesle konu­şunuz. En güzel aşk terennümleri fısıltıyla söylenenlerdir.” Çocuk eğitimi de öyle.


Bir gün Resulullah Efendimiz Medine’den bir yakınının ziyaretine gider. Peygamberimiz kapıda görünürken ev halkı çok heyecanlanırlar. Gösterilen olağanüstü sevgi ve saygı te­zahürleri, çocukta bir şaşkınlık, bir çekingenlik yaratır. Annenin “Haydi yavrum git, Peygamber Efendimizin elinden öp, duasını al” ısrarlarına rağmen çocuk bir türlü gidemez; nihayet anne, son çare olarak “Git yavrum, Peygamberimiz sana şeker ve­recek” deyince, çocuk tıpış tıpış yürümeye başlar. Şeker sözü onu heyecanlandırmıştır. Birden Kâinatın Efendisi ayağa kalkar, “Bana biraz müsaade edin”, der ve evden çıkar. Bir saat sonra ter içinde geri döner. Elindeki paketi çocuğa uzatır, “Buyur yavrum” der. Anne baba üzülürler, “Ya Resulullah yorulmuş­sunuz, terlemişsiniz, niye zahmet buyurdunuz?” deyince, Pey­gamberimiz hepimizi yıllarca düşündürecek şu sözü söyler: “Çocuk bana şeker sözünü işitince geldi. Eğer ben ona is­tediğini vermeseydim, ömür boyu bir daha bana inanmaz, itimat etmezdi.” Bu sözü her okuyuşumda ürperirim, gözlerim dolar, heyecanlanırım. İnsan ruhu öyle hassas, öyle ince ki, bazen bir insana duyduğunuz büyük sevgi, yapılan bir kabalıkla, hoyratça bir davranışla, bir anda renk gibi uçar, duman gibi dağılır, artık hiçbir gayret ve fedakârlık onu geriye iade edemez... Şu dünya bir misafirhane, bizler gelip geçici misafirleriz. Tek istisna ol­madan herkese karşı (çocuklarımız da dahil) son derece dik­kâtli, uyanık ve hassas davranmak zorundayız. Hayatta en büyük cinayet, haksız yere bir insan kalbini kırmaktır. Büyük Yunus:


“Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil,


Yetmişiki millet dahi elin yüzün yumaz değil”


diyor. Sayın okurum! Kızınızla ilişkileriniz her an düzelebilir, iyiye, güzele gidebilir; yeter ki mânâ âleminin büyükleri gibi biz de hayır konuşalım, hayır söyleyelim. Hep hayırlı şeyler düşü­nüp, hayırlı hayallerin ve duyguların sahibi olalım. Bir Amerikalı pedagog son eserinde “Ey anne babalar, sizlere yalvarıyorum, sizlerden rica ediyorum, ne olur çocuklarınızı eğitmezden evvel kendi kendinizi eğitin” diyor.


Yunus:


“Bir siz dahi sizde görün benim bende gördüğümü”


diyor. Bütün mesele, Allah’tan ve Resul’den kuvvet alarak, her gün biraz daha iyiye, doğruya ve güzele gitmek için çalışmak ve Muhammedî bir aşkla yeryüzündeki bir kum tanesinden gök­yüzündeki Samanyolu’na kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, cemâdatıyla bütün kâinatı kucaklayabilmektir.


Allah’ın ve Resul’ün yolunda olanlara ne mutlu…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]