Stres
Günümüzde moda olan kelimeler ve konuşmalar var. Bilen, bilmeyen, aklı eren, ermeyen onları kullanıyor. Bir yerde bazı kimseler kendilerini mecbur hissediyorlar o kelimeleri kullanmaya. İşte o kelimelerden biri de stres. Her yerde karşımıza çıkıyor. Sabahtan akşama kadar işitiyorsunuz. Hani, insanın, stressiz tarafından bir bardak su ver diyeceği geliyor. Kelime olarak, insanın zorlanması demek olan stres, gerçek anlamından saptırılarak, her an, her duruma uygulanıyor. Bu sebeple insanlar ruh sükûnetlerini kaybediyorlar. Kendi kendilerini hasta ederek, olumsuzluklar, şikâyetler içinde, yaşama sevincinden uzak, hayatın güzelliklerine sırt çevirerek bedbin, karamsar bir ruh hali içinde kahrolup gidiyorlar.
Niçin dünyaya gönderildiğinin, yaşamaktaki amacının ne olduğunun bilincinde olmayan insanlar için yapacak başka ne kalıyor ki...
Hayatın, yaşamanın, varoluşun, insan denilen son derece karışık, çapraşık, çözülmesi güç mekanizmanın farkında olmayan kimseler için, birtakım yakıştırmalarla, faraziyelerle hareket etmek kaçınılmaz bir yoldur. Görülen şu; biz insanı, hayatı, varoluşun amacını çoğu zaman bilmiyoruz. İnsana yaklaşımımız kendi zanlarımıza, varsayımlarımıza, kişisel veya toplumsal genel veya önyargılarımıza göre oluyor. Tabi neticede kendimizi ve diğer insanları anlayamıyor, bazen onlara, bazen kendimize haksızlık yaparak, adına yaşamak denilen o büyük, o güzel, o muhteşem olayı berbat ediyoruz. Yazık değil mi? Kendimizi de, başkalarını da mutsuz ve huzursuz etmeye ne hakkımız var?
Gayet tabii. Hayat da ölüm de var. Sıkıntı da var. Çile de var. Hastalık da var. Ne sanıyorsunuz? Biz bu dünyaya yiyip içip, keyif sürüp, nefsimizin azgınlıklarını tatmin etmeye mi geldik? Neden dikensiz gül arıyoruz ki... Hiç dikensiz gül olur mu? Şu minicik örnek bile, gönül gözü açık olanlara neler neler anlatıyor. Evet, hayatın diyalektiği hep zıtlıklar üstüne kurulmuş. Varoluş yokoluş, ölüm hayat, gece gündüz, güzel çirkin, asil bayağı, acı tatlı... Böyle bu iş. Bunu değiştirmeye kimin gücü yeter ki... Transistörlü radyonuzu çalıştırmak için pil alıyorsunuz. Pilin bir +, bir - ucu var. İki ucu da + veya iki ucu da - olsa, radyo çalışır mı? Hayır değil mi? O halde... Bu meseleyi büyük Yunus, bir mısrada ne kadar güzel anlatıyor. “Bir çeşmeden akan su acı tatlı olmaya” Evet, hepsi Hak’kın tecellisi. Biz kendi nefsaniyetimize göre, o birliği, o vahdeti, o tevhidi parçalıyor, işimize geleni almak, işimize gelmeyeni atmak istiyoruz. Ama ne biliyoruz, ya o işimize yaramaz dediğimiz, asıl bizim için yararlı ise. Aman ne güzel dediğimiz bizim için hayırlı olmayacaksa... Madem baştan bunu bilemiyoruz; o halde bu itirazlar niçin? Kime? Ve asıl zararlı çıkan sonunda biz olmuyor muyuz? Bazı ilâçlar acıdır, ama sonunda hastaya faydalı olur, şifâya kavuşturur. Hiç düşünüyor muyuz bunları. İşler kendi minicik, daracık kafamıza göre olmadı mı, basıyoruz feryadı. Yok şudur, yok budur... Sonra da bunların adına stres deyip, bir iş yaptığımızı sanıyor, kasılıp duruyoruz. Stres içindeyim, stres altındayım, diye feryadı basacağımıza, sâkin olabilsek, efendi olabilsek, yüzme bilmeyen bir insanın kendini denizde sırt üstü bırakması gibi, Allah’a tam bir teslimiyetle kendimizi bırakabilsek, “Allah’ım, nârın da güzel, nurun da güzel. Bunun da bir sebebi, bir hikmeti vardır. Allah’ım bu sınavdan yüzümün akı ile çıkmamı nasip et” diyebilsek, inanın, bütün müşküller hallolur. Bütün sıkıntılar biter. Bazen doktorlar, hastanın iyileşmesi için acı ilâç verirler. Bu veriş keyfiyeti hastaya bir zulüm, bir ihanet değil, bilâkis onun sağlığı, huzuru ve mutluluğu içindir.
Nasıl Hazreti İbrahim ateşe atılırken, inancını, teslimiyetini bozmadı. Rabbim beni yakmaz, beni korur dedi. Ve ateşin içinde gül bahçesi oluştu. Günümüzde de o yolda olan güzel insanlarımız var. Şartlar ne kadar ağır olsa, onlar yine sabırla, sükûnetle, edeple, “Rabbim beni sınıyor, inşaallah bu sınavımı da yüzakıyla verip, mânâ yolunda bir basamak daha çıkacağım” diyorlar ve “Hak’tan gelen şerbeti içtik elhamdülillah”ın huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Allah onlardan razı olsun. Onlar ne güzel insanlar...
İstediğiniz kadar en iyi malzemeden nefis bir börek yapınız. O, fırının alevleri içinde çıtır çıtır pişip, nar gibi kızarmayınca neye yarar? Bizim de içimizde güzel duygular, güzel düşünceler olabilir. Ama, hayatın alevleri içinde pişmedikçe neye yarar? O acıları, ıstırapları, çileleri sineye çekip, her gün biraz daha iyiye, güzele, mükemmele gitmeye çalışmadıkça, nasıl hamlıktan, çiğlikten kurtulur, olgunlaşabiliriz? Bunun hayatta bir tek örneğini bana gösterebilir misiniz? Yiyip içip keyif sürerek, vur patlasın çal oynasın yaşayarak, hangi insan hayatta çiğlikten, basitlikten, kabalıktan, hoyratlıktan kurtulabilmiş, sevmenin, vermenin, paylaşmanın güzelliğini duyabilmiş ve yaşayabilmiştir? Resûlullah Efendimiz “Allah şâhittir ki, hayatta kimse benim kadar acı ve ıstırap çekmemiştir” buyuruyor.
Vaktiyle büyük bir veli varmış İstanbul’da, elini öpüp, hayır duasını isteyenlere, “Yavrum, Allah dertsizlik derdi vermesin” dermiş. Evet, hayat yolunda karşımıza çıkan, güçlükleri, engelleri, hastalıkları, bir baş belâsı gibi görmeden, onların sebebini ve hikmetini anlamaya çalışarak, asil, vakur, yiğitçe bir direnişle en iyiye, en güzele çevirmeye çalışalım. Her gün biraz daha tekâmül ederek, O’na yaklaşalım.
Mânâ âleminin yolcularından Buda, bir gün talebeleriyle beraber ders yapıyorlarmış. Konu, ölüm. Ölüm olayını anlatır. Anlamını açıklar. Fazla büyütülmemesi, tabii karşılanması gerektiğini izah eder. O sırada kapıdan bir talebe girer. İki gözü iki çeşme. Ne oldu yavrum, der. Neden ağlıyorsun? Efendim der, bir komşumuz vardı. Dün öldü. Hayatında hiç acı çekmedi. Hastalanmadı. Para sıkıntısı olmadı. Çile çekmedi. Ömür boyu yedi, içti, göbek attı. Onu bir kere bile düşünceli görmedik. Çok üzüldük. Dünden beri ağlıyoruz der... O büyük zat, bir süre sükût eder. Sonra o da ağlamaya başlar. Öğrenciler, hayret içindedir. Ama hocam, derler. Siz demin bize ölüm olayını sükûnetle karşılayın dediniz, şimdi kendiniz ağlıyorsunuz. Biz bu işi anlayamadık, derler. Buda, neden şaşırdınız der. Ben, ölüm için ağlamıyorum ki. Bu adamcağız yedi içti, keyif çattı. Hayatta acı çekmedi, sıkıntı görmedi. Bu suretle hiç tekâmül edemedi. Zavallı eşek geldi, eşek gitti. Onun için ağladım.
Önemli olan olaylar değil, o olaylara bizim yaklaşım tarzımızdır. En küçük bir sıkıntıda feryat edip, isyana kapılanlar, hayatta hiçbir zaman olgunlaşıp, güzelleşemezler. Hamlıkları, çiğlikleri, kabalıkları; isyanları ve itirazları oranında büsbütün artar. Hem kendilerine zehir ederler hayatı, hem çevrelerine. Her köşesi binbir güzelliklerle dolu şu dünyaya biz çehremizi asar, surat ederek bakarsak, herhalde dünya bize gülümsemez.
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır. Bu çağda bir insana yapılacak en büyük iyilik, onu kendi kendisiyle ve hayatla barış haline sokabilmektir. Bugün insanların çoğu kendi kendilerine küs yaşıyorlar. Asıl savaş insanların kendi içinde. Onun da sebebi, varoluş kanunlarına aykırı yaşamaları. Ancak “huzura çıkanlar”, huzur içinde yaşayabilirler.
İnsanda küçücük bir et parçası var ki, o arındığı, temizlendiği zaman her şey güzelleşiyor, ihtişam kazanıyor. O aslî hüviyetinden, yaratılış kanunlarından uzaklaşınca hayat cehenneme dönüyor. Kalp düzelmedikçe, arınmadıkça, temiz, nezih davranışlar beklemek hayaldir. Yunus bir şiirinde “Seni deli eden şey, yine sendedir, sende” der. Bu, üzerinde uzun süre düşünülmesi gereken bir sözdür. Önemli olan karanlıklara küfretmek değil, karanlıklar içinde bir mum yakabilmektir. Yunus,“Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” der. Bugünün insanları susadıkça tuz yalayan insanlara benziyorlar. Önce insanlara neden susadığını, aradığı suyu nerede bulacağını öğretmek lâzım. Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir? Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Şu anda birçok insanın söverek, tükürerek “batsın bu dünya” diye baktığı şu âlemde nice güzel, örnek, tertemiz, pırlanta gibi insanlar yaşıyor. Bir gül gibi yetiştirmişler kendilerini, etraflarına mis gibi edebin, inceliğin, insanlığın, efendiliğin kokularını saçıyorlar. Ama görene... Köre ne? Şikâyet, şikâyet, hep şikâyet... Biz bunun için mi yaratıldık? Kimi kime şikâyet edeceğiz? Bunlar, hayatın, varoluşun mânâsını bilmemekten doğan, nefsin tekme atmalarıdır. Zamanını kaybeden insana yazık değil mi? Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Gelme, gelme üstüme, bir şifâ vermeyeceksen eğer” diyor. Ne olur, ya hayır söyleyelim, ya susalım. Bitsin artık bu bunakça şikâyetler...
Bir tasavvuf şairi, “İnsanda duyan kulak, gören göz, hisseden kalp varsa, kâinattaki her zerre onu irşâd eder” diyor. İnsan konuştuğu her şahıstan, okuduğu her kitaptan, dergiden, yazıdan, gördüğü her zerreden bir şeyler öğrenmeye, hissetmeye çalışmalıdır; böyle yapa yapa gün gelir, herkese, her zerreye saygıyla, edeple, incelikle bakmanın sırlarına ulaşır. Yunus’un “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” mısraındaki güzelliği yaşar. Mânâ âleminin kapıları, sabır, şükür, edep ve tevâzu ile açılır. Gözü yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Günün adamı değil, hakikatin adamı olmadadır hüner. Gün değişir, hakikat değişmez. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Son nefesimize kadar, hayat bir okul, bizler, o okulun öğrencileriyiz.
Büyük Yunus, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” der. Her dem yeniden doğmak, her an yepyeni oluşları, pırıl pırıl güzellikleri yaşamak, ne muhteşem bir olaydır. Güzellik Allah’ın tecellisidir. Ve... doya doya içmek gerekir bu pınardan. Madem ki doldurmaya geldik testimizi... gitmesin elimizde bomboş...
|