Boyacı Osman Efendi
Bundan elli yıl kadar evveldi. Ankara’da, Posta Caddesinde, şimdi Modern Çarşının olduğu yerde, Devrim İlkokulu vardı, orada okudum. Okulun karşısındaki işhanının önünde boyacı Osman Efendi dururdu.
Osman Efendi, Erzurumlu, uzun boylu, zarif bir insandı. Büyük bir dikkat ve ihtimamla ayakkabıları boyar, cam gibi parlatırdı. Hiç üşenmez, defalarca cilâ sürerdi. Çocukken elime geçen parayı ayakkabı boyatmaya verirdim. Osman Efendinin fırça tutuşu, cilâyı deriye emdirebilmek için yaptığı hareketler, bende hayranlık uyandırırdı. Bakmaya doyamazdım.
Bir gün rahmetli annem, “Oğlum seni gezmeye götüreceğim. Git ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen Osman Efendiye koştum. Acele boyamasını söyledim. O, kaşları çatık, “boyayamam”, dedi. Hiçbir şey anlamamıştım. Şaşkınlıkla, “boya, iki misli para vereyim” deyince, “olmaz elli misli de versen boyayamam” dedi. İyice şaşırmıştım. Sebebini sordum. “Acele iş olmaz. Acele işten hayır gelmez. Birisi Osman Efendinin boyadığı ayakkabı bu muymuş derse, benim bu işi bırakmam gerekir” dedi. Bunca yıl geçti hâlâ unutamadım. Osman Efendi işine aşkla, şevkle bağlı, kendine ve işine saygılı, güzide bir insandı. Bende mükemmellik duygusu uyandıran ilk insan o oldu.
Bir insanın meşgul olduğu, ekmeğini yediği işi, ne olursa olsun, onu sevmesi, benimsemesi, her gün biraz daha iyiye, güzele götürmeye gayret etmesi ne kadar sevindirici bir olaydır. Hatta, işini sadece ekmek kapısı olarak değil de, aynı zamanda kendini, kendi kişiliğini tekâmül ettiren, büyüten, yücelten bir olay olarak düşünmesi, kabul etmesi ne güzeldir. O önemli, bu önemsiz diye ayırım yapmak, işine burun kıvırmak, işini ve çevresindeki insanları hafife almak, küçük görmek tarih boyunca kime ne kazandırmıştır ki? İş konusunda Japonların, bu önemli, bu önemsiz diye bir ayırım yaptıkları görülmemiştir. Onlara göre her şey önemlidir. Her iş, her gün, insana kişiliğini biraz daha ötelere götürebilmesi için verilmiş bir şans, bir imkândır. Bunu iyi değerlendirmek gerekir.
Uzun yıllar evvel okuduğum bir Japon hikâyesini hatırlıyorum. Hikâyede bir saat tamircisi anlatılır. Şöyle başlar hikâye: “... Sayın bay saat tamircisi, sayın dükkânını açtı, sayın masasına oturdu, sayın âletlerini önüne çekti...” Okuduğumda beni ürpertmişti. İnsana duyulan saygı öylesine büyüyor, gelişiyordu ki, içine, sınırlarına eşyayı dahi alıyordu. Daha sonra Ahileri incelerken de aynı duruma tanık oldum. Ürperdim. Divan şiirinin en zarif insanı Şeyh Gâlip boşuna dememiş. “Bir şûlesi var ki şem-i cânın / Fanusuna sığmaz âsumanın...”
Dünyada herkesin yapacağı bir iş, bir görev vardır. Önemli olan, önündeki işi zevkle, heyecanla, aşkla yapabilmektir. Kalbinde taşıdığı en güzel duygularla işi arasında bir ayniyet kurabilmektir. Beklemesini, sabretmesini, tahammül etmesini bir arada öğreniyoruz. Karakter orada şekilleniyor, güçleniyor. Acılarımızı orada disiplin altına alıyoruz. Dünyada yalnız, çalışan insanlar yararlı ve mutlu olabilirler.
Büyük ve ebedî Yunus, bir şiirinde “Cümle yerde Hak nazır/ Göz gerektir göresi” diyor. Evet, her yerde ve her zerrede O’nu görebilmek, müşahede edebilmek...
Varlık binbir sırla doludur. Yaşamayı, büyük, güzel, ürpertici yapan da bu değil midir? Önemli olan, varlığın dar hendesesinden kurtulmak, kendimizi kâinatla bir hissetmektir. Çünkü, insan bir gözdür, insan kâinatta kendi kendini seyreden gözün, gözbebeğidir. Kâinata baktığımızda, her şeyin bir uyum, bir nizâm içinde olduğunu görürüz. Hayvanlar, kuşlar, çiçekler... Hepsi bu nizâma uyarlar. İnsanın ancak sevgi ve çalışmakla hayatı uyumlu hale gelir. Kendi geleceğinin mimarı olur. Bir kaos manzarası gösteren duygu ve düşünceler insanı rahatsız eder, sıkar, bunaltır. Ne zaman onlara bir düzen, bir âhenk, bir güzellik gelirse, o zaman iç dünyalar huzura kavuşurlar. Mutsuzlukların asıl kaynağı dışta değil, içtedir. Yunus “Seni deli eden şey, yine sendedir, sende...” diye boşuna seslenmemiştir. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren, varoluşunun anlamını bilememek, neden dünyaya geldiğine, niçin yaşadığına bir cevap, bir çözüm yolu bulamamaktır. Gerçeği bilmeyen, bulamayan insanlar için yanlış yollara sapmak kaçınılmazdır. Hayatın anlamını bulan ve bilen insanların, olaylara yaklaşımda, daha başarılı olduklarını görürüz. Çünkü onların eşyaya, insanlara, olaylara yaklaşımı, daha yumuşak, daha olumlu, daha sıcak, insanca olmakta, sonuç olarak toplum genelinde daha başarılı, daha güzel, daha uygar bir düzeye varılmaktadır.
Çağımızda sadece iş hayatında değil, hayatın her safhasında insanların birbirlerinden beklediği, biraz ilgi, biraz sevgi, saygı ve yakınlık değil midir? Hemen herkes günlük hayatında bunu müşahede etmiş, kendi iç dünyasında yaşamıştır. Bizi sevecen bakışlarla, ilgiyle, saygıyla karşılayan yerlere gitmek istemez miyiz? Kış ayazından daha soğuk bakışlı insanlar vardır. Haklı nedenleri olabilir. O insanlarla birlikte olmayı hangimiz isteriz? “Yüzü gülmeyen dükkân açmasın” diye bir atasözü vardır.
Kendi iç dünyası ile barış içinde olmayan insanlar, huzuru hiçbir yerde bulamaz. Huzuru kendi kalbinde hissedemeyen insana başkaları bunu nasıl verebilir? Hayat şahsî bir maceradır. Mânevî değerler, bizi iç üzüntülerimizin, ezikliklerimizin üstüne çıkarır. Kederlerinin üstüne çıkamayan insanlar, bir süre sonra onların altında ezilir. Hayat inanılmaz, akıl almaz güzelliklerle, binbir sırla doludur. İnsan kâinatın en zengin varlığıdır. Her an yeniden var olan ve binbir şekilde tecelli eden sonsuz güzellikler içindeyiz. Günlük hayatın basitlikleri, ezbere yaşamalar bize varlığın ihtişamını unutturuyor. Ancak mânevî değerlerle, güzelliklerle, san’atla yeniden asıl kaynaklarla karşı karşıya geliyoruz. Bunlarla yeniden duymaya ve düşünmeye, ebediyetle göz göze gelmeye başlıyoruz. Yunus, “Her dem taze doğarız / Bizden kim usanası...” diyerek bu gerçeği ne güzel dile getiriyor.
|