Tecrübe
Her hayat tecrübesi insana bir şeyler öğretiyor. “Çeken bilir” sözü ne kadar anlamlıdır. Varoluşçu filozofların uzun uzun anlattıkları gerçeği özetler bu cümle, okuma yazma bilmeyen halkın olgunluğu, kitaptan değil hayattan gelir. Konuşma da, sohbet de kültürü taşıyan bir nehirdir. Gerçek bir sohbette insan, bazen yıllardır kafasında taşıdığı, yükünü çektiği soruların çözülüverdiğini, içini saran karanlıkların birden aydınlanıverdiğini hisseder. Onu tekâmül basamaklarında yükselten, içini ısıtan, aydınlatan sohbete gönül sohbeti denir.
Gönül sohbeti; sözle, sesle, tavırla, bakışla, edep, hayâ, tevâzu ve incelikle bir ortam, bir mânevî iklim ortaya çıkarabilmek san’atıdır. Ve o ortamda, o iklimde dinleyenlerin içindeki güzellikler, saklı kalan, gizli kalan, örtülü kalan güzellikler, bir gül tomurcuğunun açılışı gibi ortaya çıkarlar; tezahür ve tecelli ederler. Tıpkı kışın bir ağaçta gizli kalan güzelliklerin, baharda müsait iklim ve ortam bulunca, bahar çiçekleri şeklinde ortaya çıkışı gibi... Gerçek gönül sohbeti budur.
Her realite binlerce küçük ayrıntıdan oluşur. Her gerçek sohbetin, her gönül sohbetinin ardında bütün bir ömrün özeti vardır. Sohbet; kargaşadan yeni bir düzen, yeni bir âhenk, nesiller boyu devam edecek güzellikler, incelikler çıkarabilme san’atıdır. Sohbete, sohbet edenin, bir ömür boyu kendi kendine karşı verdiği savaştan elde ettiği bir zafer, bir ömür boyu her gün, her saat, her dakika devam eden, okuma ile, ibâdet ile, gözlem ile duyma, düşünme, hissetme, muhakeme ve mukayese ile oluşan bir gül bahçesi gözüyle bakabilirsiniz.
Gerçek sohbette, karanlık gönülleri aydınlatan bir projektör, ışığa, aydınlığa, tekâmüle susayan kimselere yepyeni boyutlar, yücelikler kazandıran bir nitelik, bir özellik vardır. Gerçek sohbet, petekten damla damla sızan bala benzer; yediden yetmişe herkese gıda olur. Herkese şifâ olur. İnsanı öz varlığının sırları ile karşı karşıya getirir. Günlük hayat, alelâde hayat, telâş, koşuşturma bize varlığın muammasını unutturuyor. Halbuki sohbet, bizi daldığımız gafletten uyandırır, yeniden asıl kaynaklarla, kendi öz benliğimizle, tabiatla, mânevî değerlerle karşı karşıya getirir. Yeniden duymaya ve düşünmeye başlarız. Gönül sohbeti bir aydınlanmadır; varlığın içinde bir mânânın doğuşudur; bir sırrın ifşâsıdır. Her gönül sohbeti bir bengisudur; varlıkta bize görünen ebedî sırrın habercisidir.
Varoluş, kâinatın en büyük bilinmeyenidir. Biz sohbetlerde, varlığın sırrına yaklaşır, görülenin içindeki görülmeyene, görülemeyene bir nebze olsun yaklaşırız. Âlim kozmik âleme bakarken insanı, insanın içindeki öz varlığı, cevheri unutur. Ama bir bilse ki, bütün varlık, kâinat onun için yaratıldı. O var olacağı için varedildi. Bir bilse ki, kâinatı duyan ve gören yalnız insandır. Hazreti insandır.
Biz gönül sohbetlerinde, sadece harikulâde, insanı çıldırtan, korkunç güzel, acayip bir âlemin ortasında, bir yönüyle ölüme mahkûm, bir yönüyle sonsuzluğa aday, aşkla, inançla ve güzellikle kalbi en şiddetli çarpan, duyan, düşünen, seven, kavga eden, yaratan ve bekleyen, umut eden varlıklar olduğumuzu fark ederiz. Mutluluğu, güzelliği ve şiiri bulamayacağımız yerlerde aradığımızın bilincine varırız. Bizler günlük hayatın çırpınmaları içinde hayatın, tabiatın, varoluşun ve insanın harikulâdeliklerini unutuyoruz. Fakat kâinatın, aşkın, ölümün, bir daha gelmeyen ânın farkında olmadan yaşanan hayata, hayat mı diyoruz? Günlük hayat bize en asil duygularımıza kadar her şeyi, ama her şeyi unutturuyor, kaybettiriyor. Bundan dolayı da alçalıyor ve can sıkıntısı içinde kıvranıyoruz. Sonra arkasından huzursuzluklar, tatsızlıklar, lüzumsuz ve aptalca münakaşalar, kavgalar ve hastalıklar bir bir sökün ediyor. Bu mu hayat? Bu mu insanca yaşamak? Oysa sevgi, saygı, güzellik duygusu, ulviyet duygusu bize günlük ekmek kadar lâzımdır. İnsanların huzursuzlukları, mutsuzlukları gerçek varlığı hissedemeyişleri, şüphesiz içlerindeki bu ilâhi ışığı söndürmelerinden ileri geliyor.
Açık konuşalım, insanlık bugün bu ulviyet duygusunu kaybetti. Bu yüzden kâinatı, hayatı ve kendisini alelâde bir madde yığını olarak görmeye başladı. Yalnız gerçek Allah dostları, büyük şairler ve san’atkârlar asıl kaynakla ilgilerini sürdürdüler. İnsanların çoğu kendi akıl ve maddî keyiflerine göre düzenledikleri konforlu evlerinde ve şehirlerinde varlığın sırlarına bigâne yaşarlarken, yalnız onlar hâlâ yıldızlara, sulara, hayretle, hayranlıkla, ürpertiyle bakmaya devam ediyorlar.
Maddenin vasıta olmaktan çıkarak amaç haline gelmesi, insanlığı sükût ettirir. Bir şeyin değeri ona bakana bağlıdır. İnsanın tabiat ve san’at güzelliklerini görmek ve değerlendirmek için kültüre ihtiyacı vardır. Görmek için göz ister. Aslında gören, göz değil düşüncedir. Yaşama san’atında usta olmak demek, tabiat sırlarına ve gerçeğine derinliğine ulaşmak demektir. Çağdaş bir insan için güzel sanatlar bir lüks değil, vazgeçilemeyen, onsuz yapılamayan bir yaşam tarzı, hayata yaklaşım şekli olmalıdır. Asıl amaç dengeli bir iç yaşamdır. O zaman insanlar lüzumsuz ve boş konuşmayı terk ederler; şunun bunun ayıbını görmekten vazgeçerler. Tohumun içindeki sırlı yaşama gücünden nasıl ormanlar yükseliyorsa, insanın içindeki sırlı yaşama gücünden de zaferler doğar.
Gerçek san’at eserleri karşısında insan, varlığının özü ile temasa gelir. O zaman duaya, iç tefekküre benzer bir durum doğar. İşte o zaman insan Allah’a ve kâinatın sırlarına yaklaşır. Bir yücelik, bir güzellik âlemi iç dünyasını sarar, varoluşun sırlarını yakalamaya başlar, içinde bir arınma hisseder, ferahlamış, aydınlanmıştır. “Yunus bir haber verir, işitenler şâdolur”. O, varlıkta bize görünen ebedî sırrın habercisidir. San’at vasıtası ile insanın kendi aslına, varoluşuna, temel kaynaklarına yeniden yaklaşması ne güzeldir... İnsanlar kendi kendilerinin mezarı olmak istemiyorlarsa, bu yücelikler, bu güzellikler âlemi ile tanış olmak zorundadırlar. Yoksa kendi içimizde boğuluruz. Ulvi düzeni bozulan insan, sürüye dahil olur. İnsanlığını unutur, şahsiyeti kaybolur. Yaşamak; etrafımızdaki varlığın bilincine, güzelliğine yaklaştıkça duaya yaklaşır. Bir iç âlem nizâmı olur. İnsan ruhunun yıkandığını, tertemiz, pırıl pırıl olduğunu görürüz. Görmek disiplindir. Dikkat, bize varlığın ve kendimizin kapılarını açar. Dua ruhun Allah’la karşılaşmasıdır, bir ve beraber hale gelmesidir. Ve insanoğlu isterse bütün ömrünü bir aşk, bir şiir, bir dua haline getirebilir. Mesele bilmek değil, bildiğini kendine ilâve edebilmektir. Ve güzelliklerin, yüceliklerin, san’atın başladığı yerde, her şey susar.
|