subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt I                                                                             Sabri Tandoğan

 

Tecrübe

Her hayat tecrübesi insana bir şeyler öğretiyor. “Çeken bilir” sözü ne kadar anlamlıdır. Varoluşçu filozofların uzun uzun anlattıkları gerçeği özetler bu cümle, okuma yazma bilmeyen halkın olgunluğu, kitaptan değil hayattan gelir. Konuşma da, sohbet de kültürü taşıyan bir nehirdir. Gerçek bir sohbette in­san, bazen yıllardır kafasında taşıdığı, yükünü çektiği soruların çözülüverdiğini, içini saran karanlıkların birden aydınlanıver­diğini hisseder. Onu tekâmül basamaklarında yükselten, içini ısıtan, aydınlatan sohbete gönül sohbeti denir.

Gönül sohbeti; sözle, sesle, tavırla, bakışla, edep, hayâ, te­vâzu ve incelikle bir ortam, bir mânevî iklim ortaya çıkarabilmek san’atıdır. Ve o ortamda, o iklimde dinleyenlerin içindeki güzel­likler, saklı kalan, gizli kalan, örtülü kalan güzellikler, bir gül to­murcuğunun açılışı gibi ortaya çıkarlar; tezahür ve tecelli eder­ler. Tıpkı kışın bir ağaçta gizli kalan güzelliklerin, baharda mü­sait iklim ve ortam bulunca, bahar çiçekleri şeklinde ortaya çıkı­şı gibi... Gerçek gönül sohbeti budur.

Her realite binlerce küçük ayrıntıdan oluşur. Her gerçek soh­betin, her gönül sohbetinin ardında bütün bir ömrün özeti vardır. Sohbet; kargaşadan yeni bir düzen, yeni bir âhenk, nesiller bo­yu devam edecek güzellikler, incelikler çıkarabilme san’atıdır. Sohbete, sohbet edenin, bir ömür boyu kendi kendine karşı ver­diği savaştan elde ettiği bir zafer, bir ömür boyu her gün, her saat, her dakika devam eden, okuma ile, ibâdet ile, gözlem ile duyma, düşünme, hissetme, muhakeme ve mukayese ile olu­şan bir gül bahçesi gözüyle bakabilirsiniz.

Gerçek sohbette, karanlık gönülleri aydınlatan bir projektör, ışığa, aydınlığa, tekâmüle susayan kimselere yepyeni boyutlar, yücelikler kazandıran bir nitelik, bir özellik vardır. Gerçek soh­bet, petekten damla damla sızan bala benzer; yediden yetmişe herkese gıda olur. Herkese şifâ olur. İnsanı öz varlığının sırları ile karşı karşıya getirir. Günlük hayat, alelâde hayat, telâş, ko­şuşturma bize varlığın muammasını unutturuyor. Halbuki soh­bet, bizi daldığımız gafletten uyandırır, yeniden asıl kaynaklarla, kendi öz benliğimizle, tabiatla, mânevî değerlerle karşı karşıya getirir. Yeniden duymaya ve düşünmeye başlarız. Gönül sohbeti bir aydınlanmadır; varlığın içinde bir mânânın doğuşudur; bir sırrın ifşâsıdır. Her gönül sohbeti bir bengisudur; varlıkta bize görünen ebedî sırrın habercisidir.

Varoluş, kâinatın en büyük bilinmeyenidir. Biz sohbetlerde, varlığın sırrına yaklaşır, görülenin içindeki görülmeyene, görüle­meyene bir nebze olsun yaklaşırız. Âlim kozmik âleme bakar­ken insanı, insanın içindeki öz varlığı, cevheri unutur. Ama bir bilse ki, bütün varlık, kâinat onun için yaratıldı. O var olacağı için varedildi. Bir bilse ki, kâinatı duyan ve gören yalnız insandır. Hazreti insandır.

Biz gönül sohbetlerinde, sadece harikulâde, insanı çıldırtan, korkunç güzel, acayip bir âlemin ortasında, bir yönüyle ölüme mahkûm, bir yönüyle sonsuzluğa aday, aşkla, inançla ve gü­zellikle kalbi en şiddetli çarpan, duyan, düşünen, seven, kavga eden, yaratan ve bekleyen, umut eden varlıklar olduğumuzu fark ederiz. Mutluluğu, güzelliği ve şiiri bulamayacağımız yer­lerde aradığımızın bilincine varırız. Bizler günlük hayatın çırpın­maları içinde hayatın, tabiatın, varoluşun ve insanın harikulâde­liklerini unutuyoruz. Fakat kâinatın, aşkın, ölümün, bir daha gel­meyen ânın farkında olmadan yaşanan hayata, hayat mı diyo­ruz? Günlük hayat bize en asil duygularımıza kadar her şeyi, ama her şeyi unutturuyor, kaybettiriyor. Bundan dolayı da alça­lıyor ve can sıkıntısı içinde kıvranıyoruz. Sonra arkasından huzursuzluklar, tatsızlıklar, lüzumsuz ve aptalca münakaşalar, kavgalar ve hastalıklar bir bir sökün ediyor. Bu mu hayat? Bu mu insanca yaşamak? Oysa sevgi, saygı, güzellik duygusu, ul­viyet duygusu bize günlük ekmek kadar lâzımdır. İnsanların huzursuzlukları, mutsuzlukları gerçek varlığı hissedemeyişleri, şüphesiz içlerindeki bu ilâhi ışığı söndürmelerinden ileri geliyor.

Açık konuşalım, insanlık bugün bu ulviyet duygusunu kay­betti. Bu yüzden kâinatı, hayatı ve kendisini alelâde bir madde yığını olarak görmeye başladı. Yalnız gerçek Allah dostları, büyük şairler ve san’atkârlar asıl kaynakla ilgilerini sürdürdüler. İnsanların çoğu kendi akıl ve maddî keyiflerine göre düzenle­dikleri konforlu evlerinde ve şehirlerinde varlığın sırlarına bigâne yaşarlarken, yalnız onlar hâlâ yıldızlara, sulara, hayretle, hay­ranlıkla, ürpertiyle bakmaya devam ediyorlar.

Maddenin vasıta olmaktan çıkarak amaç haline gelmesi, in­sanlığı sükût ettirir. Bir şeyin değeri ona bakana bağlıdır. İnsa­nın tabiat ve san’at güzelliklerini görmek ve değerlendirmek için kültüre ihtiyacı vardır. Görmek için göz ister. Aslında gören, göz değil düşüncedir. Yaşama san’atında usta olmak demek, tabiat sırlarına ve gerçeğine derinliğine ulaşmak demektir. Çağdaş bir insan için güzel sanatlar bir lüks değil, vazgeçilemeyen, onsuz yapılamayan bir yaşam tarzı, hayata yaklaşım şekli olmalıdır. Asıl amaç dengeli bir iç yaşamdır. O zaman insanlar lüzumsuz ve boş konuşmayı terk ederler; şunun bunun ayıbını görmekten vazgeçerler. Tohumun içindeki sırlı yaşama gücünden nasıl or­manlar yükseliyorsa, insanın içindeki sırlı yaşama gücünden de zaferler doğar.

Gerçek san’at eserleri karşısında insan, varlığının özü ile temasa gelir. O zaman duaya, iç tefekküre benzer bir durum doğar. İşte o zaman insan Allah’a ve kâinatın sırlarına yaklaşır. Bir yücelik, bir güzellik âlemi iç dünyasını sarar, varoluşun sır­larını yakalamaya başlar, içinde bir arınma hisseder, ferahlamış, aydınlanmıştır. “Yunus bir haber verir, işitenler şâdolur”. O, varlıkta bize görünen ebedî sırrın habercisidir. San’at vasıtası ile insanın kendi aslına, varoluşuna, temel kaynaklarına yeniden yaklaşması ne güzeldir... İnsanlar kendi kendilerinin mezarı ol­mak istemiyorlarsa, bu yücelikler, bu güzellikler âlemi ile tanış olmak zorundadırlar. Yoksa kendi içimizde boğuluruz. Ulvi dü­zeni bozulan insan, sürüye dahil olur. İnsanlığını unutur, şah­siyeti kaybolur. Yaşamak; etrafımızdaki varlığın bilincine, güzel­liğine yaklaştıkça duaya yaklaşır. Bir iç âlem nizâmı olur. İnsan ruhunun yıkandığını, tertemiz, pırıl pırıl olduğunu görürüz. Gör­mek disiplindir. Dikkat, bize varlığın ve kendimizin kapılarını açar. Dua ruhun Allah’la karşılaşmasıdır, bir ve beraber hale gelmesidir. Ve insanoğlu isterse bütün ömrünü bir aşk, bir şiir, bir dua haline getirebilir. Mesele bilmek değil, bildiğini kendine ilâve edebilmektir. Ve güzelliklerin, yüceliklerin, san’atın başla­dığı yerde, her şey susar.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]