subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt I                                                                             Sabri Tandoğan

 

Mükemmellik Duygusu

Senelerce evveldi. Ankara’nın en tanınmış şekercisi Ali Uzun’a helva almak için gitmiştim. Bir tezgahtâr vardı. Orta boylu, saçları biraz dökülmüş, zayıf, vakarlı, asil, tertemiz bir insan. O keserdi helvayı; hayranlıkla seyrederdim. Aradan yıllar geçti. O tezgâhtar emekli oldu, ayrıldı ama hâlâ öylesine güzel, zarif, ince bir şekilde helva kesen bir kimse görmedim. Eline bıçağını alır, helvasının başına geçer, istediğiniz miktarı ayarlar, pür dikkat, inanılmaz bir güzellikle helvayı keserdi. Bu olay be­nim üzerimde unutulmayacak izlenimler bırakırdı. Bazen sırf o güzelliği yaşamak için, o heyecanı duymak için Ali Uzun’a git­tiğim olurdu.

Yine uzun yıllar geçti aradan. Bir Adlî Tatilde, Danıştay’daki arkadaşlarla beraber geziye çıkmıştık. Viyana’daydık. Kaldığı­mız otelin karşısında bir süpermarket vardı. Bir akşam muz al­mak için gitmiştim oraya. Kasaya parayı ödemek için sıraya girdim. Sepeti gösterdim. Kasiyer parayı aldı. Üstünü verdi. Ve teşekkür etti. O günden beri, teşekkür kelimesini o kadar güzel telâffuz eden başka kimse görmedim. O, teşekkürü anlatan bir kelime olmaktan çıkmış, bir şiir, bir müzik, insanı ürperten, este­tik hazlarla dolduran bir dua, bir niyaz olmuştu.

Hepimizin hayatında böyle renk dolu, ışık dolu anlar vardır. Öyle insanlar vardır ki, çalışırlarken, işlerini yaparlarken, mes­leklerini icra ederlerken güzelleşirler, ulvîleşirler, bir gül yapra­ğının üstündeki yağmur tanesi gibi olurlar. İşte onlar, mükem­mellik duygusuna sahip insanlardır. Her iş önemlidir. Her mes­lek kutsaldır. İş, o yüceliği görebilmekte, o işin gerektirdiği ciddi­yet, vakar, asalet, edep ve incelikle gereken önemi gösterebil­mektedir. Önemli olan ne yaptığımız değil, nasıl yaptığımızdır. Ameller niyetlere göredir. İnsanlara hâkim olan bir zihniyet var şimdi. İşini elinin ucuyla tutmak, onun zevkini, şevkini, heyeca­nını, ürpertisini duymadan “aman paydos olsa da gitsek” diye beklemek... İşte bir insanın, bırakın toplumu, kendine karşı takı­nacağı en kötü tavır budur. Sorarım size, böyle bir insanın, bu tavırdaki bir kimsenin, bırakın meslekteki başarısını, işinde iler­lemesine, kendi iç dünyasında, kendi gönül âleminde rahat, hu­zurlu, güzellikleri yaşayan bir insan olmasına imkân var mıdır? Böyle bir insan, hayatın, varoluşun o çılgın heyecanını duyabilir mi? Böyle bir insanın hayatın çeşitli durumları karşısında “Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel...” demesine imkân var mıdır?

Hayat inanılmaz, akıl almaz binbir güzellikle doludur. Yunus Emre, “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi...” der. Ancak her an uyanık, dikkatli, iç dünyası saygı ile, edep ile, in­celik ve zarafetle, hizmet aşkı ile dolanlar o güzelliklerden na­sibini alırlar. Dikkat olayı, kelimelerle anlatılamayacak kadar önemlidir. Hayat su gibi akıp gidiyor. Ve yaşamak, farkında ol­mak demektir. Biz farkında değilsek, gördüklerimizin, okuduk­larımızın ne anlamı kalır. Yağmur da kayanın üzerinde akar gider. İş, toprak gibi onları özümleyebilmekte... Yunus, “Top­rakta biter küllisi” der. Ve ilâve eder.

          İlim ilim demektir, ilim kendin bilmektir

          Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır.


Ânını yaşamak çok önemlidir. İnsanların bir kesimi geçmişte, bir kesimi gelecekte yaşarlar. Ancak çok dikkatli, uyanık, gönül gözü açık olanlar ânını yaşarlar. Ve ancak onlar, bir şeylerin farkında olan, bir şeyleri yakalayabilen, birtakım güzellikleri ya­şayabilenlerdir. Dikkat, mânen ve maddeten ilerlemenin, tekâ­mül etmenin, hayat yolunda sendelemeden yürümenin ilk şar­tıdır. İnsan mânevî yüceliklere, evrenin ve insanın sırlarına önce dikkat ile ulaşır. Ancak dikkatli ve uyanık insanlar kendi gönül­lerinin derinliklerine inebilirler. Dikkat olmadan düşüncenin geliş­mesine imkân yoktur. Dikkat halinde insan nice gerçekleri yaka­lar, nice güzellikleri yaşar. Önemli olan dikkatin ve düşüncenin tadını almaktır. Okuyan insan, dua eden insana benzer. Türk­çe’de okumak kelimesinin aynı zamanda dua etmek anlamına gelmesi rastlantı değildir. Her insan kendisinde bütün insanlık ve kâinatın sırlarını taşır. Kendi kendisini tahlil, insanı derin ger­çeklere götürür.

Hayatın sonsuz güzellikleri, her an yeniden varoluşun ürper­tici tecellileri karşısında, günümüz insanının kendini içkide, ku­marda, dedikoduda tüketişi, yaşanılan, hem de nice imkânlara rağmen yaşanılan boş, anlamsız ve sefil hayatlar düşündü­rücüdür. Kendi dar ve zavallı dünyasına hapsolan, kendi ce­hennemini kendi içinde taşıyan insanlar, güzellikler ve yücelikler âleminden uzaklaşarak, kendi kendilerine en büyük kötülüğü yapıyorlar.

Çağımızın en acı, trajik durumu, insanın kendini ve evreni bomboş hissetmesidir. Büyük Yunus, “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” derken, bugünkü hayatın hasta insanla­rına hakiki ilâcın nerede olduğunu göstermiyor mu?

Ârif ve olgun insan, hayatın mânâsını anlayan, insanlara sevgi, saygı, şefkat, anlayış ve hoşgörü ile bakan kişidir. Ken­dimizin olmayan boş ve anlamsız hayatlar yaşıyoruz. Hayatın pozitif ve negatiften meydana gelen bir sentez olduğunu bil­meden, yaşadığımız olayları anlamamız, o insanlara doğru, ger­çekçi bir yorum götürmemiz imkânsızdır. Bu hayatın, varoluşun diyalektiğidir. Bilirsiniz, konserden önce akort yapılır. Bu sıkıcı başlangıca katlanmak zorunludur. Bunun gibi mânevî hayatı­mızın da akorda ihtiyacı vardır. Modern yaşayış, saygıyı, ince­liği, nezaketi ve zarafeti yok ediyor. Çünkü hızlı yaşayış, mânâ güzellikleri ile beslenecek imkânı insanlara bırakmıyor. İnsan gıdasını alacak zaman ve mekâna ulaşamıyor.

Yunus bir şiirinde, “Taş gönülden ne biter” diye sorar. Yumuşaklık ve güzellik, temizlik, edep, hayâ ve incelik insanları gerçeğe daha çabuk götürür. Güzellik duygusunu kaybeden in­san için; sıkıntı, bunaltı, hayatı ve kendisini alelâde bir madde yığını olarak görmek kaçınılmaz bir sonuçtur. Sığlıktan, basit­likten, yüzeysellikten kurtulmak, sonsuzla, ebedilikle, her an ye­niden varolan ve binbir şekilde tecelli eden güzellikle temasa geçmek gerekir. Bu işler saçma sapan gazete okumak, tele­vizyon seyretmek, dedikodu yapmakla çözümlenemez. Gerçek­ten ve güzelden habersiz olanlar, ister istemez yanlış yollara saparlar. Hapishane bu çağda insanların kendi içindedir. Ora­dan kurtulmayı bilmek gerekir.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]