Sevgiden Bakır Altınlaşır
Her sabah hayatımızı değiştirmek için bize yeni bir fırsat doğmaktadır. Hep karanlık görülen, hep şikâyet edilen hayat kime ne kazandırmıştır ki? Olgunluk ve gelişme yolunda olan insan, yavaş yavaş şikâyet ikliminden ayrılır. Hayatı olduğu gibi kabul etmeye doğru gider. Yavaş yavaş hayrı konuşan, yayan ve yaşayan bir insan olur. Önemli olan, hayatın kabuğundan özüne doğru inebilmek, kendimizi ve başkalarını her an yeniden keşfedebilmektir. Dış hayatın patırtı gürültüsünden sıyrılabilmek, iç dünyamıza inebilmek, ebedî gerçekleri ve güzellikleri kendi içimizde yakalayabilmektir. Büyük Yunus,
Bir siz dahi sizde görün,
Benim bende gördüğümü
der.
İnsanoğlu kendi içine inemediği için huzursuz ve mustarip, âlemde dolaşıyor. Gönlünü boş yere eğlendirmeye çalışıyor. Ne gaflet... O insanoğlu bir bilse ki “Kalpler ancak Allah’ı andıkları zaman huzur ve sükûna kavuşurlar”. Bir bilse ki insanoğlu, “O, kendisine şahdamarından daha yakındır...” Ne garip şey, kendimize ulaşacağımız, kendimize yaklaşacağımız yerde, kendimizden kaçmak, kurtulmak, kendimizle hesaplaşmaktan uzaklaşmak için ne oyunlar, ne oyun çeşitleri, ne eğlenceler icât ediyoruz. Bunun en basiti ve aşağılık olanı dedikodu... Ama kimi kandırıyoruz acaba... Bize bizden yakın olan, her şeyi görmüyor mu?
Şeyh Gâlip;
Hoşça bak zatına kim,
Zübde-i âlemsin sen.
derken kime sesleniyor?
Çevremizdeki insanlara, hep eleştirmek, hep onlarla alay etmek ve küçümsemek için bakmakla, en büyük kötülüğü kendimize yapmış olmuyor muyuz? Aslında yaşamanın ve varolmanın amacı; Yüce Allah’a ulaşmayı engelleyen, bizi yabancılaştıran her şeyden kurtulmak değil midir? Hayatta hiçbir şey “insanı öğrenmek”, onu anlamaya çalışmak kadar heyecan verici değildir. İnsan ne bir tez, ne bir antitezdir. İnsan bir sentezdir. Bu sentezi çözümleyebilmek müthiş zekâ, dikkat ve gayret sarfını gerektirir. Hayatta öyle anlar ve durumlar oluyor ki, bazen insanı en çok anladığımızı sandığımız zaman, ne kadar uzak olduğumuzu görüyoruz. Biz ki içimizde zıtların uçurumunu yaşıyoruz. Tâ ki, O’na ulaşıncaya, Tevhid’e, birliğe varıncaya kadar, yeniyi bulana, solmayan rengi, pörsümeyen güzelliği, bozulmayan âhengi, her dem taze kalanı bulana kadar...
Şahsiyet, kendimizi ve şartlarımızı benimseyerek, ona derin ve güzel bir şekil vermektir. Ve kendimizi yalnız kendimiz kurtarabiliriz. Alışkanlıklar ve kalıplar, duygu ve düşüncemizin etrafına koza gibi sarılarak bizi varlıkla her an yeni temaslar kurmaktan uzaklaştırır. Günlük hayat, ilimle, san’atla, düşünce ile, güzellikler, sevgiler ve dostluklarla beslenmezse bakımsız bir çiçek gibi çabucak kurur. İnsan elinden geldiğince duygu ve düşüncelerinin kabuk bağlamasının önüne geçmeye çalışmalıdır. Gönlünü düşmandan ayırmayanların dostu istemeye ne hakkı vardır? Ancak sükûnet içinde olanlar Hak’kı müşâhede edebilirler. Kalbin edebi; sükûttur. Gözü yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Bu âlemde her zerre bizi irşâd edebilir. İnsanda görecek göz, işitecek kulak, anlayacak ve ibret alacak kafa, hissedecek ve ürperecek kalp varsa; yeryüzündeki her zerre bizi uyaracak, hayretin ve hayranlığın doruğuna ulaştıracak, önümüzde ufuklar açacak, bizi secdeye götürecek bir Cebrail olacaktır.
Eğer Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, siz her şeyi seviniz. Yüzümüzü nereye dönersek dönelim, O’nu görmeyecek miyiz? Ve O, bize kâfi değil mi? İnsan Allah’a yaklaştıkça, kendine ve hayata yaklaşmıyor mu? Ve aynı insan O’ndan uzaklaştıkça kendinden de uzaklaşmıyor mu? Günümüz edebiyatında “yabancılaşma” diye bir kavram var; Nobel Edebiyat Armağanını alan A. Camus’ün en meşhur eserinin adı “Yabancı” idi. “Yabancılaşma” insanın Allah’tan ve kendisinden uzaklaşması değil midir? Allah’tan ve kendi öz varlığından uzaklaşan bir kimsenin şartları ne olursa olsun, mutlu ve huzurlu olmasına imkân var mıdır? Cehennem, Allah’tan uzak olanların sırrı değil midir? Elde edilmesi en güç dostluk, insanın kendi kendisiyle dost olmasıdır. Kendine dost olan başkalarına da dost olur. Ve bu dostluk; ancak Allah’a yaklaşmakla kazanılır.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, bir şiirinde,
“Çocuğum dua et geceleri,
İnsan uzaklaşabilir Allah’tan”
der.
Önemli olan kendimizi ve başkalarını her an yeniden keşfedebilmektir. İnsan kâinatın en muhtevâlı varlığıdır. Şimdiye kadar hiçbir ilim ve san’at insanı tam olarak keşfedememiştir, onun sırrını bütünüyle çözümleyememiştir. “Bir sırdan geldik, bir sırra gidiyoruz”. Bilinmeyenler içinde yaşıyoruz. Bir taraftan uzaya gidiyor, bir taraftan ıstıraplar içinde kıvranan insanlar karşısında ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi şaşırıyoruz. Yüzyıllar önce büyük Yunus:
“Seni deli eden şey,
Yine sendedir sende”
dememiş miydi? Hastalığın şifâsı, derdin dermanı yine insanda... İnsanın içinde... Dağlarca, “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende...” diyor. Önemli olan içimize inebilmek, ebedî gerçekleri ve güzellikleri kendi içimizin derinliklerinde yakalayabilmek, bütün kâinatı yerdeki kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar sevgiyle, saygıyla, hayretle, ürpertiyle, hayranlıkla kucaklayabilmektir...
Karanlık, ancak ışık gelince gider, “Hak gelince bâtıl zâil olur”. Biz iç dünyamızı sevgi, saygı, edep, tevâzu, sabır, kanaat, incelik ve zarafetle doldurursak; küçük, basit, âdi duygular kendiliğinden kaybolur. İnsan yaşadığı her günün, her saatin, her dakikanın bilincinde olmak, her an daha iyiye, daha güzele, daha doğruya ulaşabilmek, kendini temizleyebilmek, arıtabilmek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Boşuna dünyaya gönderilmedik. Öyle dolu dolu, öyle saygılı ve dikkatli, öyle edep ve tevâzu içinde yaşamalıyız ki; bizi dinleyen hasta iyileşmeli, bizi görenin içinde sevincin, umudun, sevginin ve dostluğun ışığı yanmalıdır. İnsanların güzel sözlerden daha çok, güzel örneklere ihtiyacı vardır. Diliyle değil, davranışlarıyla, yaşantısı ile örnek ve rehber olanlar, gönüllerde yer edebilir. Bugüne kadar gönülleri fethetmenin başka bir yolu bulunmamıştır. Lâmba yanmadan, pervane etrafında dolaşmaz. İnsanı insan eden yine insandır. Farz olan ibâdetlerden sonra, en büyük sevap ve iyilik; insanları sevmek, onlara mânen, maddeten, elimizden geldiği kadar, imkânlarımız nispetinde faydalı olmaya çalışmaktır. Aç bir insanı doyurmak ne kadar önemli ise, mustarip bir insanın acısını paylaşmak, gözyaşına ortak olmak da önemlidir. Çevremizdeki insanlara vereceğimiz en büyük hediye, sıcak, sımsıcak, tertemiz bir sevgi değil midir? Mevlânâ;
“Sevgiden bakır altınlaşır” diyor. Yunus;
“Sevdiğimi demez isem,
Sevgi derdi boğar beni” diyor.
Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Her yer, her köşe, her nokta insanın soluğunu kesecek, insanı hayretler içinde ürpertecek güzellikler, harikulâdeliklerle dolu. Önemli olan sadece gözle bakmak değil, vücudun bütün hücrelerini göz haline getirebilmektir. Yunus;
Cümle yerde Hak nazır
Göz gerektir göresi
der.
İnsanoğlu bu noktaya gelince, o zaman hayatın kendisi bütünüyle bir san’at eseri oluyor. Aslolan, hayat kitabını okuyabilmek, lezzet alabilmek, onun hazzını ve sevincini duyabilmektir. Asıl büyük san’at; yaşama san’atıdır. Asıl büyük san’atkâr; hayatını en güzel, en dolu şekilde aşk, şevk, heyecan ve vecd içinde yaşayabilen insandır.
Şiir okumak güzeldir; şiir yazmak güzeldir; ama önemli olan, bütün hayatımızı bir şiir haline getirebilmek, o şiirin inanılmaz, akıl almaz güzellikteki zevkini ve lezzetini günlük hayatın her ânında yaşayabilmektir. İş yerinde çalışırken, ibâdet ederken, sokakta yürürken, alışveriş yaparken, bir dostla selâmlaşıp hal hatır sorarken, yemek yerken, su içerken, okurken, yazarken, yeni alınan bir kitabın, bir derginin sayfalarını okşar gibi açarken, o şiiri yaşayabilmek, tâkat getirilmez bir aşkı yüreğinde duyabilmektir.
İnsan günlük hayatını yaşarken, hayata karşı o kadar dikkatli, o kadar uyanık, o kadar saygılı olmalıdır ki, kendi hayatı bir şiir, bir renk, bir ışık olabilsin...
İnsanları sevmek, onlara saygı duymak, onlara faydalı olabilmeyi bir yaşama ilkesi haline getirebilmek ne yüce bir duygudur. Sait Faik; “Her şey bir insanı sevmekle başlar” der. Önemli olan o sevgiyi büyütüp yüceltebilmek, bütün kâinatı içine alacak bir genişliğe ulaşabilmektir. Gerçek insan, insanların kalbine, iyinin, güzelin, doğrunun, büyük ve yüce olanın, temiz ve asil olanın tohumlarını ekebilendir. İnsanlara ışık, mutluluk, inşirah ve güzellik verebilendir. İnsanlara aydınlık getiren, onları karanlıktan kurtarandır. Dağlarca, bir şiirinde;
“Ve bir an yaşıyorum.
Bütün bir ömre bedel...” diyor.
Bu an’ları çoğaltmak, hayatın tümünü kapsayacak bir çizgiye getirmek ne güzeldir. Varlık binbir sırla doludur; yaşamayı, büyük, güzel, ürpertici yapan da budur. “Varlıklarının dar hendesesinden” kurtulup, kendilerini kâinatla bir ve beraber hisseden, mutluluğu, o ele geçmez gibi sanılan cıvıl cıvıl özü bulanlar, iç dünyalarını bütün boyutlarıyla yaşayanlardır. İşte o zaman insan Yunus gibi; “Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz” der ve ilâve eder “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası...”
İnsan için en acı şey; kendi hayatında, kendi nefsaniyetinde mahpus kalması, kendi egosunun dar sınırları içinde hayata ve insanlara düşman hale gelmesidir. Bu hapishanenin kapısı, sevgi, dostluk ve paylaşma ile açılır. İşte o kapıyı açanlar “hür maviliğin bittiği son hadde kadar yürüyenlerdir”.
İnsana ve kâinata bir san’atkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem estetik imajlar bulacaklardır; hayretler içinde kalacak, ürpereceklerdir. Günlük hayatın irili ufaklı engelleri, kırgınlıkları bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. Bilmeliyiz ki; bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Ve hayat her şeye rağmen yürüyenlerindir...
|