subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt I                                                                             Sabri Tandoğan

 

Sevgiden Bakır Altınlaşır

Her sabah hayatımızı değiştirmek için bize yeni bir fırsat doğmaktadır. Hep karanlık görülen, hep şikâyet edilen hayat kime ne kazandırmıştır ki? Olgunluk ve gelişme yolunda olan insan, yavaş yavaş şikâyet ikliminden ayrılır. Hayatı olduğu gibi kabul etmeye doğru gider. Yavaş yavaş hayrı konuşan, yayan ve yaşayan bir insan olur. Önemli olan, hayatın kabuğundan özüne doğru inebilmek, kendimizi ve başkalarını her an yeniden keşfedebilmektir. Dış hayatın patırtı gürültüsünden sıyrılabil­mek, iç dünyamıza inebilmek, ebedî gerçekleri ve güzellikleri kendi içimizde yakalayabilmektir. Büyük Yunus,

          Bir siz dahi sizde görün,

          Benim bende gördüğümü


der.

İnsanoğlu kendi içine inemediği için huzursuz ve mustarip, âlemde dolaşıyor. Gönlünü boş yere eğlendirmeye çalışıyor. Ne gaflet... O insanoğlu bir bilse ki “Kalpler ancak Allah’ı andık­ları zaman huzur ve sükûna kavuşurlar”. Bir bilse ki in­sanoğlu, “O, kendisine şahdamarından daha yakındır...” Ne garip şey, kendimize ulaşacağımız, kendimize yaklaşacağımız yerde, kendimizden kaçmak, kurtulmak, kendimizle hesaplaş­maktan uzaklaşmak için ne oyunlar, ne oyun çeşitleri, ne eğ­lenceler icât ediyoruz. Bunun en basiti ve aşağılık olanı dedi­kodu... Ama kimi kandırıyoruz acaba... Bize bizden yakın olan, her şeyi görmüyor mu?

Şeyh Gâlip;

          Hoşça bak zatına kim,

          Zübde-i âlemsin sen.


derken kime sesleniyor?

Çevremizdeki insanlara, hep eleştirmek, hep onlarla alay et­mek ve küçümsemek için bakmakla, en büyük kötülüğü ken­dimize yapmış olmuyor muyuz? Aslında yaşamanın ve varol­manın amacı; Yüce Allah’a ulaşmayı engelleyen, bizi yabancı­laştıran her şeyden kurtulmak değil midir? Hayatta hiçbir şey “insanı öğrenmek”, onu anlamaya çalışmak kadar heyecan ve­rici değildir. İnsan ne bir tez, ne bir antitezdir. İnsan bir sen­tezdir. Bu sentezi çözümleyebilmek müthiş zekâ, dikkat ve gay­ret sarfını gerektirir. Hayatta öyle anlar ve durumlar oluyor ki, bazen insanı en çok anladığımızı sandığımız zaman, ne kadar uzak olduğumuzu görüyoruz. Biz ki içimizde zıtların uçurumunu yaşıyoruz. Tâ ki, O’na ulaşıncaya, Tevhid’e, birliğe varıncaya kadar, yeniyi bulana, solmayan rengi, pörsümeyen güzelliği, bo­zulmayan âhengi, her dem taze kalanı bulana kadar...

Şahsiyet, kendimizi ve şartlarımızı benimseyerek, ona derin ve güzel bir şekil vermektir. Ve kendimizi yalnız kendimiz kur­tarabiliriz. Alışkanlıklar ve kalıplar, duygu ve düşüncemizin etra­fına koza gibi sarılarak bizi varlıkla her an yeni temaslar kur­maktan uzaklaştırır. Günlük hayat, ilimle, san’atla, düşünce ile, güzellikler, sevgiler ve dostluklarla beslenmezse bakımsız bir çi­çek gibi çabucak kurur. İnsan elinden geldiğince duygu ve dü­şüncelerinin kabuk bağlamasının önüne geçmeye çalışmalıdır. Gönlünü düşmandan ayırmayanların dostu istemeye ne hakkı vardır? Ancak sükûnet içinde olanlar Hak’kı müşâhede edebilir­ler. Kalbin edebi; sükûttur. Gözü yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Bu âlemde her zerre bizi irşâd edebilir. İnsanda görecek göz, işitecek kulak, anlayacak ve ibret alacak kafa, hissedecek ve ürperecek kalp varsa; yeryüzündeki her zerre bizi uyaracak, hayretin ve hayranlığın doruğuna ulaştıracak, önümüzde ufuklar açacak, bizi secdeye götürecek bir Cebrail olacaktır.

Eğer Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, siz her şeyi seviniz. Yüzümüzü nereye dönersek dönelim, O’nu görmeyecek miyiz? Ve O, bize kâfi değil mi? İnsan Allah’a yaklaştıkça, kendine ve hayata yaklaşmıyor mu? Ve aynı insan O’ndan uzaklaştıkça kendinden de uzaklaşmıyor mu? Günümüz edebiyatında “ya­bancılaşma” diye bir kavram var; Nobel Edebiyat Armağanını alan A. Camus’ün en meşhur eserinin adı “Yabancı” idi. “Ya­bancılaşma” insanın Allah’tan ve kendisinden uzaklaşması değil midir? Allah’tan ve kendi öz varlığından uzaklaşan bir kimsenin şartları ne olursa olsun, mutlu ve huzurlu olmasına imkân var mıdır? Cehennem, Allah’tan uzak olanların sırrı değil midir? El­de edilmesi en güç dostluk, insanın kendi kendisiyle dost olma­sıdır. Kendine dost olan başkalarına da dost olur. Ve bu dost­luk; ancak Allah’a yaklaşmakla kazanılır.

Fazıl Hüsnü Dağlarca, bir şiirinde,

          “Çocuğum dua et geceleri,

          İnsan uzaklaşabilir Allah’tan”


der.

Önemli olan kendimizi ve başkalarını her an yeniden keşfe­debilmektir. İnsan kâinatın en muhtevâlı varlığıdır. Şimdiye ka­dar hiçbir ilim ve san’at insanı tam olarak keşfedememiştir, onun sırrını bütünüyle çözümleyememiştir. “Bir sırdan geldik, bir sırra gidiyoruz”. Bilinmeyenler içinde yaşıyoruz. Bir taraftan uzaya gidiyor, bir taraftan ıstıraplar içinde kıvranan insanlar karşısında ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimizi şaşırıyoruz. Yüzyıllar önce büyük Yunus:

          “Seni deli eden şey,

          Yine sendedir sende”


dememiş miydi? Hastalığın şifâsı, derdin dermanı yine in­sanda... İnsanın içinde... Dağlarca, “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende...” diyor. Önemli olan içimize inebilmek, ebedî gerçekleri ve güzellikleri kendi içimizin derinliklerinde ya­kalayabilmek, bütün kâinatı yerdeki kum tanesinden, gökyü­zündeki Samanyolu’na kadar sevgiyle, saygıyla, hayretle, ürper­tiyle, hayranlıkla kucaklayabilmektir...

Karanlık, ancak ışık gelince gider, “Hak gelince bâtıl zâil olur”. Biz iç dünyamızı sevgi, saygı, edep, tevâzu, sabır, ka­naat, incelik ve zarafetle doldurursak; küçük, basit, âdi duygular kendiliğinden kaybolur. İnsan yaşadığı her günün, her saatin, her dakikanın bilincinde olmak, her an daha iyiye, daha güzele, daha doğruya ulaşabilmek, kendini temizleyebilmek, arıtabilmek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Boşuna dünyaya gön­derilmedik. Öyle dolu dolu, öyle saygılı ve dikkatli, öyle edep ve tevâzu içinde yaşamalıyız ki; bizi dinleyen hasta iyileşmeli, bizi görenin içinde sevincin, umudun, sevginin ve dostluğun ışığı yanmalıdır. İnsanların güzel sözlerden daha çok, güzel örnek­lere ihtiyacı vardır. Diliyle değil, davranışlarıyla, yaşantısı ile ör­nek ve rehber olanlar, gönüllerde yer edebilir. Bugüne kadar gönülleri fethetmenin başka bir yolu bulunmamıştır. Lâmba yan­madan, pervane etrafında dolaşmaz. İnsanı insan eden yine insandır. Farz olan ibâdetlerden sonra, en büyük sevap ve iyilik; insanları sevmek, onlara mânen, maddeten, elimizden geldiği kadar, imkânlarımız nispetinde faydalı olmaya çalışmaktır. Aç bir insanı doyurmak ne kadar önemli ise, mustarip bir insanın acısını paylaşmak, gözyaşına ortak olmak da önemlidir. Çev­remizdeki insanlara vereceğimiz en büyük hediye, sıcak, sım­sıcak, tertemiz bir sevgi değil midir? Mevlânâ;

          “Sevgiden bakır altınlaşır” diyor. Yunus;

          “Sevdiğimi demez isem,

          Sevgi derdi boğar beni”
diyor.

Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Her yer, her köşe, her nokta insanın soluğunu kese­cek, insanı hayretler içinde ürpertecek güzellikler, harikulâdelik­lerle dolu. Önemli olan sadece gözle bakmak değil, vücudun bütün hücrelerini göz haline getirebilmektir. Yunus;

          Cümle yerde Hak nazır

          Göz gerektir göresi


der.

İnsanoğlu bu noktaya gelince, o zaman hayatın kendisi bütünüyle bir san’at eseri oluyor. Aslolan, hayat kitabını okuya­bilmek, lezzet alabilmek, onun hazzını ve sevincini duyabil­mektir. Asıl büyük san’at; yaşama san’atıdır. Asıl büyük san’at­kâr; hayatını en güzel, en dolu şekilde aşk, şevk, heyecan ve vecd içinde yaşayabilen insandır.

Şiir okumak güzeldir; şiir yazmak güzeldir; ama önemli olan, bütün hayatımızı bir şiir haline getirebilmek, o şiirin inanılmaz, akıl almaz güzellikteki zevkini ve lezzetini günlük hayatın her ânında yaşayabilmektir. İş yerinde çalışırken, ibâdet ederken, sokakta yürürken, alışveriş yaparken, bir dostla selâmlaşıp hal hatır sorarken, yemek yerken, su içerken, okurken, yazarken, yeni alınan bir kitabın, bir derginin sayfalarını okşar gibi açar­ken, o şiiri yaşayabilmek, tâkat getirilmez bir aşkı yüreğinde duyabilmektir.

İnsan günlük hayatını yaşarken, hayata karşı o kadar dik­katli, o kadar uyanık, o kadar saygılı olmalıdır ki, kendi hayatı bir şiir, bir renk, bir ışık olabilsin...

İnsanları sevmek, onlara saygı duymak, onlara faydalı ola­bilmeyi bir yaşama ilkesi haline getirebilmek ne yüce bir duy­gudur. Sait Faik; “Her şey bir insanı sevmekle başlar” der. Önemli olan o sevgiyi büyütüp yüceltebilmek, bütün kâinatı içine alacak bir genişliğe ulaşabilmektir. Gerçek insan, insanların kal­bine, iyinin, güzelin, doğrunun, büyük ve yüce olanın, temiz ve asil olanın tohumlarını ekebilendir. İnsanlara ışık, mutluluk, in­şirah ve güzellik verebilendir. İnsanlara aydınlık getiren, onları karanlıktan kurtarandır. Dağlarca, bir şiirinde;

          “Ve bir an yaşıyorum.

          Bütün bir ömre bedel...”
diyor.

Bu an’ları çoğaltmak, hayatın tümünü kapsayacak bir çizgiye getirmek ne güzeldir. Varlık binbir sırla doludur; yaşamayı, bü­yük, güzel, ürpertici yapan da budur. “Varlıklarının dar hendese­sinden” kurtulup, kendilerini kâinatla bir ve beraber hisseden, mutluluğu, o ele geçmez gibi sanılan cıvıl cıvıl özü bulanlar, iç dünyalarını bütün boyutlarıyla yaşayanlardır. İşte o zaman insan Yunus gibi; “Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz” der ve ilâve eder “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası...”

İnsan için en acı şey; kendi hayatında, kendi nefsaniyetinde mahpus kalması, kendi egosunun dar sınırları içinde hayata ve insanlara düşman hale gelmesidir. Bu hapishanenin kapısı, sev­gi, dostluk ve paylaşma ile açılır. İşte o kapıyı açanlar “hür ma­viliğin bittiği son hadde kadar yürüyenlerdir”.

İnsana ve kâinata bir san’atkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem estetik imajlar bulacaklardır; hayretler içinde kalacak, ürpereceklerdir. Günlük hayatın irili ufaklı engelleri, kırgınlıkları bizi yolumuzdan alıkoymamalıdır. Bilmeliyiz ki; bu dünya darıl­ma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Ve hayat her şeye rağmen yürüyenlerindir...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]