Ömer Efendi Hoca
Kırk yıl geçti aradan... O zamanlar genç bir lise öğrencisi idim. Bir yaz tatilinde memleketime gittim. Babamın doğup büyüdüğü, gençliğinin en güzel yıllarını geçirdiği yerleri gezdim. Birkaç gün içinde gezmelerim bitti. Yine her zamanki gibi sıra kitaplara geldi. Bir valiz dolusu kitap götürmüştüm. Üç buçuk yaşımda başlayan okuma hevesim, zamanla bir aşka dönüştü. Çılgınca okuyordum. Sonsuz şükürler olsun, bugün bu aşkım aynı yoğunluğu ile yine devam ediyor...
Kitaplarımı asırlık bir çınar ağacının gölgesinde okuyordum. SÜFAS Câmiine bakıyordu çınar ağacı. Önünden buz gibi soğuk, nefis bir su akıyordu. Ezan okununca cemaat geliyor, orada abdest alıyordu. İçlerinden bir zat dikkatimi çekmişti. Orta boylu, beyaz saçlı, açık alınlı, teni inanılmayacak kadar güzel ve pırıltılı idi. Üzerinde lâcivert elbisesiyle gelir, ceketini çıkarır, kollarını sıvar, abdest alırdı. O gün bu gün, hayatımda bu kadar güzel abdest alan ikinci bir kimse görmedim. Öylesine zarif, kibar, asil bir hali vardı ki, duyduğum ilgi gün geçtikçe artıyordu. O büyük insana karşı olan hayranlığımı hiç bir kelime anlatamaz. Çevreden sordum. “Bu zat, Ömer Efendi Hoca” dediler. Ömer Efendi Hoca bu Camiin imamı. Tanışmak, bu mübarek insanın elini öpmek, onunla sohbet etmek, beynimi burgu gibi zorlayan sorularımı sormak, müşküllerimi halletmek istiyordum. Nihayet vakti saati geldi. O güzeller güzeli, yüceler yücesi insanla tanışmayı Allah nasip etti. Her insanın hayatında bazı özel anları vardır. Bir ömür boyu unutulmayan... Hatırası sımsıcak yaşanan... Altın zamanlar... İşte benim için Ömer Efendi Hoca ile tanışmak öyle oldu. Bir sabah namazından sonra tesbihler çekilecekti. Döndü, beni gördü ve tebessüm etti. Güneşin doğuşu gibi idi o gülümseme. O anı hep yaşadım. Hep üzerimde hissettim o tebessümü. Yalnız anlarımda, yaşama gücümü kaybettiğim zamanlarda, o tebessümü hep karşımda gördüm. Beni ısıttı, ışıttı, aydınlattı.
Sonra o tatil boyunca hep, namaz sonraları birkaç dakika görüşürdük. Müşküllerimi sormak için yanına giderdim. Sanki şeffaf bir teni vardı. Bir daha öyle temiz, öyle nazik, öyle insanın içini yıkayan, arıtan, temizleyen bir bakış görmedim. Çok az konuşurdu. Tane tane, ağır ağır, kelimelerin hakkını vere vere... Çok zaman sorularla yaklaşırdım yanına... Henüz ağzımı açmadan o soruların cevabı gelirdi. Hâlâ hayret ederim. Bir kere üstünü başını tozlu, kirli, buruşuk görmedim. Gömleği hep bembeyazdı. Alnı ışıl ışıl parlardı. Bembeyaz dişleri vardı. Konuşurken bir sıra inci gibi görünürdü. Birkaç cümlesine, bütün bir hayatı sığdırırdı. O cümleler bir ömür boyu anahtar oldu benim için. O cümlelerle, karşılaştığım problemleri çözdüm. Müşküllerimi hallettim: Karanlıklarım ışıkla doldu, nurla doldu.
Divân Edebiyatının en ince, en zarif şairi Şeyh Gâlip, bir mısraında, Hz. Mevlânâ için; “Cihanda itibarım varsa, sendendir” der. Ben de bugün, çektiklerime, yaşadığım ıstıraplara rağmen, hayatı renk dolu, ışık dolu, takat getirilmez güzelliklerle dolu görüyorsam, hayat her an yeniden keşfedilmesi gereken bir muhteşem olay gibi görünüyorsa bana, Rabbime şükürler olsun, Ömer Efendi Hocanın büyük rolü oldu bunda.
Bana yürümesini öğretti. Bana hayatın müşküllerini çözecek anahtarları verdi. Bana sevmesini, sevilmesini öğretti. Hayat nedir, yaşamanın, varolmanın anlamı nedir, hep ondan öğrendim. Bir insandan başlayan sevginin nasıl bütün kâinatı içine alacak kadar büyüyüp, genişleyip, yücelmesi icap ettiğini, yerdeki bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar, nasıl her şeyin kucaklanması gerektiğini öğretti bana.
Farz olan ibâdetlerden sonra, Allah’ı en fazla hoşnut eden ibâdetin insanları sevmek ve onlara yardım etmek olduğunu öğretti bana. İnsanın diliyle öğüt vermekten çok, davranışlarıyla, yaşantısı ile örnek olması gerektiğini öğretti bana. Güzelliğin, gerçek güzelliğin insanları sevmekte, inanarak yaptıkları gerçek hayırlarda olduğunu öğrendim ondan. Allah ile olanın bilfiil cennette olduğunu, ondan gafil olanın hiçbir zaman o güzelliği, yüceliği, huzuru ve mutluluğu yaşayamayacağını öğretti bana. Bütün zâhir ve bâtın safasının Allah Resûlü’ne uymaya bağlı olduğunu, bizzat yaşayarak ve örnek olarak gösterdi bana. O olmasaydı, dünyaya gelişin gayelerinden birinin de edep öğrenmek olduğunu, insanın edebi nispetinde büyüyüp yücelebileceğini, kalbin edebinin sükûttan başlayacağını ben nereden bilebilirdim?
Hiç bir şikâyette bulunmadan ve hiçbir şey söylemeden nefsimizi sabırla terbiye etmesini, kahır zannettiklerimizin bizim için bir lütuf olduğunu, bu âlemde her zerrenin, her yaradılışın kendine göre bir vazifesi olduğunu, temizlik ve güzellik gelmeden, pislik ve kötülüğün gitmeyeceğini, Allah yolunda atılan her adımın nurdan bir yükseliş olacağını, Allah’ın kişiye, gücünün yetmeyeceği yükü yüklemeyeceğini, bu âlemde her zerrenin bizi irşâd edeceğini, yeter ki o şeyin ikazından ders alabilecek uyanıklık, dikkat ve edep içinde olmamız gerektiğini, başkalarının ayıbını değil, kendi ayıbımızı görmemiz gerektiğini, eğer Allah’ın bizi sevmesini istiyorsak, bizim her şeyi sevmemiz gerektiğini, hiç bir tâlibin kemâle eremeyeceğini, bütün insanları sevinceye ve onlara şefkat, merhamet besleyinceye kadar, şefkati ve acıması olmayan kimselerin mânevî terakkisinin duracağını, her kim alay etmeye kalkarsa, kendisi ile alay edileceğini, Allah dostlarında korku ve endişe olmayacağını, en güzel işlerden birinin af ile muamelede bulunarak düşmanını dost etme olduğunu, bizlere sade sözleri ve sohbetleri ile değil, aynı zamanda temiz, nezih ve örnek yaşantısı ile anlatan Ömer Efendi Hocayı sevgi ve saygıların hiç bitmeyecek olanı ile anıyor, Allah’ın rahmetinin, Peygamberin şefaatinin üzerine olmasını diliyorum...
|