subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Kadın Erenler


YOYAV’ın değerli başkanı aziz dost İbrahim ATEŞ telefonda “Sabri Bey mart sayımızı kadın özel sayısı olarak hazırlamak istiyoruz, siz de lütfen ‘Kadın Erenler’ konusunu işler misiniz?” dedi. Düşündüm gerçekten güzel bir konu. Gerek yaşayan, gerek Hak’ka göçen kadın velîlerin hayatından kısaca bahsedecek olsak, buna YOYAV’ın sayfaları yetmez. Sadece birkaç cümleyle ilk aklımıza gelen velî hanımlardan bahsetmek zorundayız. İşte günümüz yaşayan velîlerinden ilk akla gelen doksandörde varan yaşıyla, edep dolu, zarâfet dolu, incelik dolu haliyle Azize Anne...


Azize Anne’yi kırk yıl önce tanıdım, bu süre içinde Allah aşkıyla dolu, o mübârek insandan feyz almaya çalıştım. Allah ondan razı olsun. Azize Anne’nin sohbetinde bulunup da eli boş dönen hiç olmadı. O bir ömür boyu nokta nokta, çizgi çizgi her sözünde Allah ve Peygamber aşkını işledi. Öylesine Allah aşkı ile doluydu ki, her sohbetinde bize “aman yavrularım kelâmı Hak’tan alın. Her zerrede Hak’kı müşahede edin. Varolan Hak’tır, gayrısı yoktur” derdi. Bir gün evden çıkar. Kolejin yakınında oturmaktadır. Kızılay’daki Gima’ya doğru gider. Birden yanından iki çocuk fırlar, biri öbürüne Ahmet dikkât et! diye bağırır. Sözü işiten Azize Anne düşünür, Allah bu çocukla bana hitap ediyor der. Çok dikkât etmek gerek, biraz sonra bir de ne görsün, yaya kaldırımında kocaman bir çukur açılmış, ama ne bir ışık, ne bir işaret var. Dalgın yürüyen veya gözleri az gören bir insanın çukura düşmesi işten bile değil. Azize Anne, eğer o çocuk Ahmet dikkât diye bağırmasaydı, ben çukurun içine düşebilirdim. Başıma çok kötü durumlar gelebilirdi diyordu. Yıllarca Azize Anne her sohbetinde, bu “kelâmı, Hak’tan alın” kavramını ısrarla işledi. Madem ki her zerreden zikreden Allah’dı, biz de hayat karşısındaki tavrımızı O’na göre almalıydık.


Şaziye Anne, tanıdığım kadın velîler içinde bir müstesna yere sahipti. Ömür boyunca tek düşüncesi Hak’ka yaklaşmak ve Hak’tan aldığını halka vermek oldu. Evinin kapısı herkese açıktı. Derdi olan, sıkıntısı olan, içinden çıkamadığı sorunları olan herkes Şaziye Anne’ye koşardı. Zaten kapısında kilidi de yoktu. İsteyen herkes, istediği zaman açıp girebilirdi. Şaziye Anne, Allah rızası için gelen herkesi bir hükümdarmış gibi karşılar, onları ağırlardı. Sofrası herkese açıktı. Bir nevi, evi âşıkların Kâbe’si gibiydi. O kapıyı çalıp da gönlü dolu olmadan giden hiç kimse olmadı. Herkes gönül kabına göre iyiden, güzelden, temiz, asil, büyük ve yüce olandan bir şeyler götürdü ve onu başkalarıyla paylaşmanın erişilmez güzelliğini yaşadı.


Şaziye Anne daima öğrencilerine aman yavrularım derdi, sâde evin tadı tuzu değil, ibadetlerinizi bile ağız tadı ile yapabilmeniz, eşlerinizle güzel geçime bağlı. Ne yapın edin eşlerinizle iyi geçinin, onlara hürmet edin. Her sohbetinde Şaziye Anne Resulullah Efendimizin “Veren el, alan elden daha hayırlıdır” sözünü tekrar eder, çevresindekileri imkân nisbetinde mânen-maddeten vermeye teşvik ederdi. Hayatında çok acılar, ıstıraplarla karşılaştı. Benim diyen insanın altından kalkamayacağı yükleri taşıdı ama hiç itiraz etmedi, yüzündeki tebessüm hiç eksilmedi. Ne gelirse Hak’tandır dedi. Sineye çekti. Tanıdığım insanlar içinde Şaziye Anne kadar hoşgörü sahibi, insanları oldukları gibi kabul eden, onları itirazsız bağrına basan bir kimse görmedim. Ne olursa olsun, vardır bir hikmeti der, sesini çıkarmazdı. Kendinden vermenin, vefanın, fedakârlığın bir simgesi gibiydi. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.


Anlatacağım kadın erenlerden üçüncüsü Sabiha Anne. Sabiha Anne ehli tevhid bir mübârek sultandı. Tevhidi hayatında onun kadar güzel gerçekleştiren ikinci bir şahıs görmedim. Dünya ile âhiret, madde ile mânâ, ruh ile beden arasında inanılmaz bir denge kurmuştu. Biliyor ve inanıyordu ki, ya dünya ya âhiret diyenler bağışlanmaz bir gaflet içindeydiler. Hepsi de bunun faturasını çok ağır ödüyorlardı. İslâm dini bir tevhid dini idi. İnsanlığı dünyada ve âhirette mutlu edecek en güzel sentezi getirmişti. O bütünü parçalamak bütün insanlığa bir ihanet değil miydi? Gelmiş, geçmiş ve gelecek insanların en büyüğü, en güzeli, en yücesi olan Resulullah Efendimiz “Dünya âhiretin tarlasıdır, insan bu dünyada ne ekerse, öbür dünyada onu biçer” buyurmuyor muydu? Samimi bir Hak âşığına düşen en büyük görev, bu sentezi kendi hayatında yaşamak değil miydi? İşte Sabiha Anne öyle yaşadı. Edebiyat öğretmeniydi. Sözle, yazıyla, davranışlarıyla tevhidin en güzel numunesi oldu. Hayatı boyunca içinde okyanuslar gibi bir sevgi taşıdı ve bu sevgi Allah’ta, Resulullah’da ve Abdülkadir Geylâni Hazretleri’nde odaklaştı. Küçük bir çocuktum. Üç buçuk yaşımda okuma yazma öğrenmiştim. İçim içime sığmıyordu. Gece-gündüz hep bir gerçeği arıyordum. Bir gün rahmetli annem Sabiha Hanım bana bir defter getirdi ve şunu yazdırdı: “Oğlum, Allah’ın ve Peygamber’in dediklerinden başka bir şeye inanma. Sevdiğin ve seveceğin insanlar hep Allah’ın ve Peygamber’in izinden gidenler olsun. Yalnız onları sev, yalnız onlara bağlan.” Minicik ellerimle bu sözleri yazmış ve sonra gözlerim dolu dolu, anneciğim, sana söz veriyorum yalnız Allah’ı, Peygamberimizi ve onların yolunda gidenleri seveceğim. Annem gözleri dolu dolu, beni kucaklamış, canım yavrum, sana inanıyorum demişti. Bugün yetmiş beş yaşıma geldim, üç buçuk yaşımda anneme verdiğim söz, şükürler olsun aynen devam ediyor.


Sabiha Hanım ilginç bir insandı. Kendine özgü eğitim ilkeleri vardı Biricik oğlunu ne kadar çok seviyorsa bir o kadar da onu şımartmaktan, çağdaş anneler gibi çocuklarını put haline getirmekten bir o kadar kaçıyordu. Kesinlikle biliyordu ki, çocuğu şımartmak onun istikbâlini mahvetmekti. Günümüzün firavun, nemrut taslaklarına bakın, hepsi de şımartılarak büyütülmüş kimselerdi.


Bir aile tanıyorum, anne üniversiteye giden kızının ağzına yemek uzatıyor; Kız hoppa mı hoppa, züppe mi züppe, hiç şüphe yok yarın önce kocasının başına, sonra cemiyetin başına dert olacak. Sabiha Hanım çok sevdiği biricik oğluna dört yaşından itibaren yemek yapmasını, bulaşık yıkamasını, ütü yapmasını, tahta fırçalamasını öğretti. O zamanlar bir eski Ankara evinde oturuyorduk. Gece onikiden sonra tahta fırçalanırdı. Annem elime fırçayı verir, hadi bakalım delikanlı başla fırçalamaya derdi. Bu işlem gece onikiden sonra yapılırdı. Çünkü basılan yerler leke olarak kalırdı.


Beş yaşındayken annem elime file verdi, beni pazara gönderdi, domates almamı istedi. Pazarcı karşısında minicik bir çocuğu görünce çürük, çarık ne varsa kâğıda doldurmuştu. Rahmetli annem hiç kızmadı. O berbat domateslerin içinden her nasılsa yanlışlıkla konulmuş bir küçük domatesi seçti, itina ile yıkadı ve komşulara gösterdi. Bakın teyzeleri, oğlum ne güzel domates almış, onu tebrik edin dedi. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum, ondan sonra evvelallah hiçbir esnaf bana kazık atamadı. Altı yaşındayken, kötü mal satan bir fırını ve bir bakkalı birer ay kapatarak o günün utancını yenmeye çalıştım.


Sabiha Hanımın en güzel yönlerinden birisi engin bir hoşgörüye sahip oluşu idi. Onu üzen, kıran, inciten bir kimse küçük ise, ne yapsın daha çocuk, yaptığının farkında değil, orta yaşlı ise, ne yapsın hayatın yükü omuzlarına binmiş, bu incelikleri düşünecek vakti bile yok. Yaşlı ise, ne yapsın hayatın yükü onu çabuk çökertmiş, söylediklerinin farkında değil der, onları affetmek için bahaneler arardı. Sanki Yunus’un “Yaradılanı hoşgör, Yaradan’dan ötürü” mısraı onda en güzel şekilde tecelli ederdi. Sabiha Hanım, bazen yiyeceği yemek parasını, giyeceği elbise parasını fakirlere dağıtmış ve ne önemi var, ben çok yedim içtim, olmasa da olur, diyebilmenin mutluluğuna ermiş bir insandı. Mahallede evlenecek fakir bir kız mı var, derhal onun yardımına koşardı. Tedavi edilecek bir hasta mı var, bütün imkânlarını seferber ederdi. Hep Allah’ın ve Resulünün yolunda yürüdü. Yedi yaşında başlayan namaz hayatı, son gününe kadar devam etti. Çalıştığı dönemlerde de bir kere olsun ertesi güne kaza namazı bırakmadı. Senenin dörtte üçü hep oruçla geçerdi. Dinlenmek için oturduğu zamanlarda sınava giren öğrenciler için, yolda olan yolcular için, hasta yatan kimseler için, aralarında geçimsizlik olan karı-kocalar için, rızkını tedarik etmekte zorluk çekenler için hayır dualar eder, Allah’tan yardım dilerdi. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.


İşte bir gönül sultanı daha… Sıhhiye Sağlık Sokak’ta oturan, nice gönüllerde taht kuran Ayten Hanım. Bazen bana sorarlar, sizin falanca sohbetinizde bahsettiğiniz Ayten Hanımı görebilir miyiz, ziyaret edebilir miyiz diye. Tabi derim, onu bulmak çok basit, çok kolay, Sıhhiye Sağlık Sokağa gidin, hangi evin penceresi kuşlarla doluysa Ayten Hanım orada oturuyordur. Bütün Sıhhiye’nin kuşları Ayten Hanımın daimi misafiridirler. Bilirler ki veren el, alan elden üstündür ve Allah Ayten Hanımın elleri ile onları doyurmaktadır. Ayten Hanım öyle bir gönül sultanı ki, kendi ekmeğinden önce kuşlarının yemlerini düşünür. Nerede gözü yaşlı, kalbi muzdarip insan varsa, onların en yakın sığınağı Ayten Hanımın evidir. Kapısı ve sofrası bütün Hak âşıklarına ardına kadar açıktır. O ne mübârek sofra ki, her zaman dolu doludur. Artar eksilmez, taşar dökülmez. Ayten Hanımı otuz yıl önce tanıdık. Kızılay Ataç Sokak’ta oturuyor, dikiş dikerek ekmeğini kazanıyordu. Bir gün işittiğimiz bir haber yüreğimizi dağladı. Ev sahibi kirayla oturduğu evden çıkmasını istiyordu ve dikiş dikerek ekmeğini sağladığı gözleri rahatsız olmuştu. Kolay iş değil, değme insan bu gibi durumlarda huzurunu, neşesini kaybedebilirdi. Ziyaretine gittik, orada Allah aşkının ne olduğunu bir kere daha gördük. Ayten Hanım her zamanki gibi neşe doluydu, cıvıl cıvıldı. O bizi teselli etti. Üzülmeyin, Allah her şeyi görüyor, biliyor ve ben inanıyorum ki, yüce Allah bir şekilde yardım edecek dedi. Nitekim de öyle oldu. Muhtelif durumlarda Ayten Hanımda hep aynı ruh yüceliğini, ruh selâbetini gördüm. Ne olursa olsun Ayten Hanım olayı sükûnetle karşılar ve dudaklarından şu cümleler dökülürdü: “Allah her zaman yardım edicidir. O ne güzel vekildir.” Hep ömrünü iyiye, güzele adadı. Hep fakirden, garibandan, gözü yaşIı, muzdarip insanlardan yana oldu. Onların gözyaşlarını paylaştı. Onlara şefkât kollarını açtı. Bir gün memleketi olan Mustafa Kemal Paşa’ya gidecektir. Otobüs biletini alır, valizini hazırlar, ne olur ne olmaz diyerek ekmek almak için fırına gider. Yolda etrafa şaşkın şaşkın bakan, her hallerinden yardım istedikleri belli olan bir ana-kız görür. Selâm verir, hatırlarını sorar. Kızının tedavisi için çok uzaklardan gelmişlerdir ama ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemezler. Ayten Hanım onları evine götürür, işte bu telefon, istediğiniz yere istediğiniz zaman telefon edebilirsiniz. İşte bu mutfağım, istediğinizi pişirip, istediğinizi yiyebilirsiniz der. Ben otobüsle memleketime gidiyorum, bu da evimin anahtarları, Allahaısmarladık.


Dikkât buyurun, edebiyat yapmıyorum. Yüreği okyanuslar gibi olan bir kadın erenden bahsediyorum. En ufak bir şüphesi, tereddüdü olan Sıhhiye Sağlık Sokağa gidip, o mübârek velî hanımın ellerinden öpebilir.


Ayten Hanımın menkıbeleri saymakla, anlatmakla bitmez. Çünkü o bir Hak âşığıdır ve Hak’ka giden yolun insanlara hizmetten geçtiğine inanmış bir gönül eridir. Selâm ona, sevgi ona, saygı ona...


Bu yazı okyanustan bir damla bile değil. İbrahim Bey’in isteği üzerine karaladığım beş on satır. Allah onların cümlesinden razı olsun ve Allah bu ülkenin bütün mübârek kadınlarını o yola iletsin... Amin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]