subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Çocuk Terbiyesinde Nerede Yanılıyoruz?


Son zamanlarda gerek internetteki sitemle, gerek telefonla yapılan şikâyetlerin pek çoğu hep çocuk terbiyesi konusunda. Birçok ana babalar “Bütün gayretimize rağmen” diyorlar, “çocuklarımızı yetiştiremedik. Küstah, saygısız kimseler oldular. Sürekli inciniyoruz, kırılıyoruz, bazen ağlıyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor. Ok yaydan çıkmış. Kuş yuvadan uçmuş. Artık elimizden ne gelir…” Uzun uzun dert yandıktan sonra soruyorlar: “Bu durumda artık yapılacak bir iş var mı?” Genel olarak şikâyetler bu minval üzere devam edip gidiyor.


Geçenlerde bir gazetenin Pazar ekinde bir şarkıcı hanım duygularını şöyle dile getiriyordu: “Bir evlâdım olsa onu öyle şımartacağım, öyle şımartacağım ki, yere göğe koymayacağım.” Bu hitap beni uzun uzun düşündürdü. Sanki bir müşterek davranışı özetler gibiydi. Evet, ne yazık ki anne babalar sevgi gösteriyoruz diye çocuklarını öyle şımartıyor, öyle şımartıyorlar ki, çocuk âdeta put haline getiriliyor. Ona bir tapmadıkları kalıyor. Evin yegâne mâbudu çocuk. O ne derse o oluyor. Ne isterse o pişiriliyor, ne isterse o alınıyor.


Yıllarca evveldi. Bir komşumuza bayram ziyaretine gitmiştik. Oturduk, sohbet ediyorduk. Evin üç yaşındaki çocuğu babasına seslendi. “Kalk oradan, koltuğa ben oturacağım.” Baba, derhal kalktı. “Gel otur yavrum” dedi. Biraz sonra çocuk babasına döndü: “Ben burada sıkıldım,” dedi, “senin başına oturacağım.” Baba derhal kalktı. Çocuğu aldı, başına oturttu. Aradan yıllar geçti, hâlâ unutamadım. Daha nelerle karşılaşmadım ki… Bir komşumuz da üniversiteye giden kızının ağzına çatalla yemek götürüyordu. Daha bu şekilde yüzlerce misâl sıralayabiliriz. Hepsinde ortaya bir gerçek çıkıyor. Çocuk evde put haline getiriliyor. Sonra da şikâyetler, feryatlar, dövünmeler başlıyor. Biz nerede yanıldık diyorlar.


Japonlarda çok ilginç bir terbiye sistemi var. Çocuklarına bir hükümdara gösterilen saygıyı gösteriyorlar. Ona bir imparator gibi muamele ediyorlar. Ama kesinlikle şımartmıyorlar. Bir Japon için çocuğunu şımartmak, işlenecek suçların en vahimi. Bundan şiddetle kaçıyorlar. Sevgiye evet, saygıya evet, ilgiye evet diyorlar ama şımartmak kesinlikle yasak. Ölüm pahasına da olsa yine yasak. Onlar için bir çocuğu şımartmak ona karşı işlenecek en büyük suç. Biz ne yazık ki sevmekle, şımartmayı birbirinden ayıramıyoruz. Sevdiğimizi sanıyoruz çocuğu şımartırken. Aslında o anne babalar bilseler ki çocuklarına en büyük kötülüğü yapıyorlar. Çünkü istatistiklerle sabit ki, şımartılarak büyütülen çocuklar hayatta başarılı olamıyorlar. Evlendikleri zaman huzura ve mutluluğa öyle uzak kalıyorlar ki, eşlerine de hayatı zehir ediyorlar. Burunlarından fitil fitil getiriyorlar. Meslek hayatları da daimi bir çekişme, çatışma içinde geçiyor. Bir türlü kendi kendileri olamıyorlar. Amirleri için de, kendi altındaki çalışanlar için de daima sorunlar çıkartıp, çalıştıkları işyerlerini de bir kaos içine sokuyorlar. Bu durum onları daha da saygısız hale getiriyor.


Bir anne babanın çocuğuna kazandıracağı en büyük değerlerden biri, onu kanaat sahibi bir insan olarak yetiştirmektir. Çocuk, çok küçük yaştan itibaren elindekiyle yetinmeye, ona kanaat etmeyi, verdikleri için de Allah’a şükretmeyi öğrenmelidir. Kanaat sahibi olamayan bir çocuğun hayat yolunda başarılı olduğunu, mutlu bir yuva kurduğunu kimse görmemiştir. Hayatın yarın neler getireceği hiç belli olmaz. Bugün Amerika’yı ve Avrupa’yı saran bir ekonomik kriz var. Yarın bunun neler getireceğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama insanlar sabır, şükür ve kanaat sahibi olurlarsa, her zaman için bütün tehlikelere göğüs gerebilir, bütün zorluklardan yüzlerinin akıyla çıkabilirler. Japonya’da anne babalar çocuklarına hep şunu telkin ederler. “Aman yavrum, paranı çok dikkâtli harca. Ne müsrif olup paranı çarçur et, ne de cimri olup elâlemin maskarası ol. Gelirin ne kadar az olursa olsun, paranı öyle dikkâtli, öyle itinalı kullan ki, gelecek aya birkaç kuruş tasarrufun olabilsin.” Burada amaç, o tasarruf edilen birkaç kuruş değil, o ayı borçsuz harçsız geçirebilmektir. Gerek fertler, gerek milletler borç altında oldukları sürece hiçbir zaman tam bağımsız olamazlar.


Anne babaların küçük yaşlardan itibaren çocuklarına Allah’ı ve Peygamberi sevdirmeleri çok önemlidir. Yalnız bunun eğitimi çok dikkât ister. Cebir, şiddet, dayak, kötü söz maalesef çocuğu Allah’tan ve Peygamberden uzaklaştırır. Bugün mânevi duygulardan uzak insanların çoğu bu şekilde yetişmiş, inançlarını kaybetmişlerdir. Güzel örnekler göstererek, tatlılıkla, yumuşaklıkla mânevi duygular aşılanmalıdır. Bu vesileyle bazı ailelerde görüldüğü gibi teşvik olarak para verilmesi en büyük hatadır. Bu, çocuğun iç dünyasındaki yücelik ve huşû duygusunu bir anda silip götürür.


Kırk yıl önceydi. Bir avukatla tanışmıştım. Mesleğinde çok bilgili, değerli bir insandı. Ticaret hukuku davalarına giriyordu. Tanınmıştı. El üstünde tutuluyordu. Bir gün mânevi konulardan söz açıldı. Bu sayın avukatın mâneviyata karşı tamamen muhalif olduğunu gördüm. En ufak bir inancı yoktu. Merak ettim doğrusu. Dost olduk. Bir gün bana bir hatırasını anlattı. Mesele vuzuha kavuştu. “Çocuktum,” dedi. “Üç dört yaşındayken en büyük zevkim babamla camiye gidip namaz kılmaktı. Büyük bir zevkle, heyecanla babamı taklit ederek namaz kılardım. Sonra babam seccadeyi kaldırır, ‘Bak yavrum,’ derdi ‘sen namaz kıldın, Allah memnun oldu, sana para gönderdi.’ Her zaman seccadenin altında paralar olurdu. Onları alır, cebime koyar, büyük bir memnuniyet içinde babamın elinden tutar, eve giderdik. Fakat bir türlü içim bu olayı kabul etmek istemiyordu. Yüce Allah’ın nasıl olup da seccadenin altına para koyacağı hep beni meşgul ediyordu. Bir şey dikkâtimi çekmişti. Babam beni camiye götürmezden evvel, ne hikmetse önce kendisi gidiyor, sonra eve gelip beni götürüyordu. Bu olay içimi hep bulandırıyordu. Bir gün gizlice babamı takip ettim. Babam camiye girdi. Oturduğumuz yere geldi. Seccadeyi kaldırdı, cebindeki paraları oraya bıraktı. Benim için bu korkunç bir darbe olmuştu. O anda kendimi aldatılmış hissettim. O gün bütün inançlarımı kaybettim. Bir daha da camiye gitmedim.”


Bu olayı yıllarca düşündüm. Bazı ana babalar, akılları sıra teşvik edelim diye çocuklarına en büyük kötülüğü yapıyorlardı. İnsan ruhu ışıktan billura benzer. Işıkla dolunca ışıktan fark edilmez. Ama bazı kimseler, iyi niyetle de olsa, o nurâni güzelliğe katran döküyorlar. Ve onların mânâ âlemini ebediyen karartıyorlar. Aman dikkâtli olalım. Para karşılığında namaz kıldırmak, oruç tutturmak çok yanlış bir olay…


Ailelerin çocuklarına kazandıracağı en güzel değerlerden biri de, onları kitap okumaya ve güzel sanatlara teşvik etmeleridir. Müzik, resim, edebiyat ve şiir çocuk yaşta kazandırılacak en güzel değerlerdir. Çok küçük yaşlarda onlara güzel boyalı kalemler, boyama defterleri almak, onları bir enstrümanla tanıştırmak, onlara güzel şiirler okuyarak mânevi duygular aşılamak ne güzel olaylardır.


Beş yaşındaydım. Bir gün rahmetli annem elinde bir kitapla çıkageldi. Rahmetli annem edebiyat öğretmeniydi. Çocukken yaramazlık yapınca beni kucağına alır şiirler okurdu. Ömür boyu o şiirleri unutmadım. Bugün bu ileri yaşımda bile şiiri çok seviyorsam, bunda annemin büyük etkisi olmuştur. Rahmetlinin getirdiği kitabın adı, “Yavrularımıza Din Dersleri” idi. Yazarı, Ahmet Hamdi Akseki. Kitapta yer yer o kadar güzel dini şiirler vardı ki, aradan yetmiş yıl geçti hâlâ onları zevkle, heyecanla okurum.



“Yattım Allah, kaldır beni


Cennetine daldır beni


Gece gündüz Allah derim,


İman ile kaldır beni.”


 


“Yattım sağıma, döndüm soluma


Cümle melekler şahit olsun, dinime imanıma.”


Bu şiirler beni çocukken öyle mutlu eder, öyle heyecanlandırırdı ki, gecelerim huzurla, ışıkla dolardı. Günümüzde küçük çocuklar için yazılan çok güzel şiir kitapları var. Onları çocuklarımıza almakla hem onlara güzel dini duygular aşılamış, hem de şiir sevgisini kazandırmış oluruz. İnsanların üzüntülü, dertli ve sevinçli günlerinde güzel sanatlar en güzel dost, arkadaş değil midir?


İlkokulda bir hocamız vardı. Hepimize bir saksı aldırmış, minicik ellerimizle onlara çiçekler dikmiştik. Onları sularken duyduğum heyecanı, ürpertiyi bugün bile içim titreyerek hatırlarım. Bir saksıdan bir çiçeğin boy göstermesi, bütün sınıfta eşine az rastlanan bir memnuniyet uyandırırdı. Amaç bizim tabiat güzelliklerini sevmemiz, kendimizi çiçeklere ve ağaçlara yakın hissetmemizdi. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. Güzelliğe bigâne olanlar hayatları boyunca ne mutlu olabilir, ne de mutlu edebilirler…

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]