Edep ve İncelik
Mevlânâ, “Edep, aklın dıştan görünüşüdür” diyor. Kırk yıldır bu tarifi düşünüyorum. Beni ürpertiyor. Edep kavramı üzerinde derinleştikçe, karşımıza yepyeni âlemler çıkıyor. Bazen hayatın en önemli olayı nedir diye düşündüğümde, yine edep çıkıyor karşıma. Hayatı güzelleştiren, aile hayatında olsun, meslek hayatında olsun, toplumsal hayatta olsun hep karşımıza çıkan, bizi mutlu eden veya mutsuz eden bir durum değil midir? Bazen edepsizce söylenen bir söz veya davranış, karşı tarafı ebediyyen mutsuz edebilir. Hepimizin en az ekmek kadar, su kadar muhtaç olduğumuz bir özelliktir, edep. Hayatın, varoluşun vazgeçilmez unsuru... Beş yaşında bir çocuktum. Rahmetli annem, “Oğlum, bakkal Hacı Efendiye git, bir kibrit al” dedi. Gittim. Dükkândan içeri girdim. “Hacı Amca” dedim, “bir kibrit verir misin?”. Bakkal Hacı Amcanın kaşları çatılmıştı. “Vermem” dedi, sebebini sordum. “Sen”, dedi, “dükkândan içeri girerken selâm vermedin. Selâm vermeyene kibrit de yok”. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Özür diledim. Ne yapabileceğimi sordum. “Şimdi çık” dedi, “biraz dolaş, dükkâna yeniden gel. Kapıdan girerken selâm ver”. Dediklerini yaptım, bakkal Hacı Efendi kibriti uzattı, yalnız kibritin yanında bir de çikolata vardı. Aldım, teşekkür ettim. “Bu” dedi, “selâm vererek girmenin mükâfatı”. Olayı ömür boyu unutmadım. Ne zaman bir dükkâna, bir iş yerine, bir eve girsem aklıma Hacı Efendinin sözü gelir. Edep, hayata, yaşamaya, varoluşa renk veren, ışık veren, güzellik veren harikulâde bir unsur. İnsan hayatı bir serüven. Doğduğumuz andan itibaren mücadele veriyoruz. Hastalıklar, parasızlıklar, yanlış anlaşılmalar bizi ömür boyu bırakmıyor. Bu patırtı, gürültü içinde her zaman için kuvvet alacağımız, bize mutluluk verecek, yaşama sevinci verecek bir olay edepli davranışlar. Eski İstanbul terbiyesinde “ben sahibim, ben mâlikim, mülkiyeti bana ait” gibi sözleri söylemek edep dışı kabul edilirmiş, o şahsın görgüsüzlüğüne verilirmiş. Meselâ bir yalının önünden geçiyoruz, soruyoruz, “Efendim, bu yalının mâliki siz misiniz?” Adam, saygıyla cevap verirmiş: “Estağfurullah efendim, şimdilik emaneten oturuyoruz”. Bu cevaptaki incelik beni bir ömür boyu ürpertmiştir. Hayat arkadaşım, rahmetli Rânâ Hanımefendi ile kırk dört sene evli kaldık. Bu süre içerisinde onun önünde bir kere ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Bir kere bile çantasına, çekmecesine, cüzdanına dokunmadım. Çünkü çocukken bize öyle öğretilmişti. Lise birden ikiye geçmiştim. Tatilde babamın memleketine gittim: Konya’nın Ermenek ilçesi. Ermenek, Toroslarda şirin, sevimli, güzel bir ilçeydi. Bir şey dikkatimi çekti. Yolda herkes tanısın, tanımasın birbirine selâm veriyordu. Bu selâmda insanı ürperten, heyecan veren, sımsıcak bir sevgi, bir saygı, bir incelik vardı. Beni çok etkilemişti. Ömür boyu unutmadım. Şimdi aynı apartmanda oturanlar birbirlerini selâmlamadan, bir poz, bir çalım geçiyorlar. Mübârekler sanki firavunun torunları. Bunu bir türlü kabul edemiyorum, içime sindiremiyorum, izahını yapamıyorum. Madem kader bizi aynı çatının altına getirmiş, ne olur birbirimize selâm versek, hatır sorsak, elimizde paketler varsa yardımcı olsak. Bazen bir selâm, bir hatır sorma, bir teşekkür etme insanın bütün sıkıntılarını alır, götürür. Yerine tertemiz, pırıl pırıl bir ruh hâli bırakır. Bir Viyanalı psikolog “bir insan”, diyor, “günde on kişiye teşekkür edebilse, o insan ruhen çok mutlu olur”. İnsanların birbirlerinden bekledikleri ne servet, ne şöhret, ne mevki, ne makam, ne mal mülk. Bu minicik ilgiler, edepli davranışlar bizim ruhumuzda en güzel duyguları uyandırabilir. Neden bu fırsatları kaçırıyoruz? Amerika’nın bazı eyaletlerinde bir âdet varmış. Otobanlarda giderken hani gişeler çıkar karşımıza, para yatırmamız gereken. Bazı kimseler gişedeki görevliye parayı uzatırken, “bu benim için ve benden sonra gelecek on araba için” diyorlarmış. Bilmiyorum, bunu okuduğum zaman çok heyecanlandım. Siz, kendinizden paha biçin. Parayı gişeye uzatıyorsunuz. Gişedeki görevli “efendim”, diyor, “paranız ödendi”. Burada önemli olan, o üç kuruş para değil. Birilerinin sizi düşünmüş olması. Bir insan tarafından sevilmek, sayılmak, düşünülmek ne güzel bir olaydır, hassas bir insanı sevinçten ağlatabilir. Hepimiz birtakım güzel davranışların, güzel sözlerin beklentisi içinde değil miyiz? Ve o karşımıza çıktığı zaman ne kadar huzurlu oluyoruz, mes’ut oluyoruz. Aynı şekilde ev halkının birbirine karşı gösterdiği edep ve incelik örnekleri de karşı tarafı ne kadar mutlu eder. Hepimiz şu dünyada misafiriz. Misafirliğimiz ne gün bitecek bilemiyoruz. Ama yaşadığımız sürece, çevremize karşı, insanlara, hayvanlara, bitkilere karşı, eşya ve cemâdata karşı daha duyarlı olabilsek, onlarda memnuniyet uyandıracak sözleri ve hareketleri söyleyerek, yaparak onların içlerinde bir memnuniyet uyandırabilsek, ne güzel olur.
Senelerce önceydi, bir gün evde oturuyordum. Telefon çaldı. Bir okul arkadaşım “Sabri”, diyordu, “bana yardımcı ol, çok sıkıntılıyım, boğulur gibi oluyorum. Lütfen bana yardım et.” Arkadaşımın sesi beni ürkütmüştü. Hakikaten o anda ona kitap oku, müzik dinle, ibadet et demek bir netice vermeyecekti. Dedim ki, “Bak kardeşim, banyoya gir, biraz su dökün, bir abdest al, giyin, en yakın hastaneye git. Hastanedeki görevli memura “Bu hastanede bir süredir yatıp da hiç ziyaretçisi olmayan hasta var mı?” diye sor. Hastayı öğrendiğin zaman ziyaretine git. Ya bir çiçek yaptır, ya bir kolonya al. Hastaya hatırını sor. Onunla biraz konuş. Bir isteği olup olmadığını öğren. Bir isteği varsa lütfen onu yapmaya çalış.”
Akşam, arkadaşım tekrar telefon etti. Ses tonu tamamen değişmişti. Mutlu, neş’eli bir ses tonu vardı. Anlattı. Hastayı ziyaret ediyor, hediyesini takdim ediyor, biraz görüşüyorlar. Sonra diyor ki, “haftaya tekrar geleyim mi, ister misin?” Hasta yatağından doğruluyor, “Allah razı olsun” diyor, “beni o kadar mutlu ettin ki, haftaya da benim gibi yalnız bir insanı ziyaret et, benim duyduğum mutluluğu o da yaşasın.” Ve diyor arkadaşım, hastanenin kapısından çıkarken öyle neş’eli, öyle mutluydum ki yol boyu sana içimden teşekkürler ettim.
Bizim mutluluğumuz da, mutsuzluğumuz da hep böyle küçücük olaylarla ortaya çıkıyor. Ne olur biz de âdet haline getirsek, bu minicik nüanslarla insanları sevindirsek, uzun zamandır aramadığımız, görüşmediğimiz bir dostu, bir gün telefonla arayıp hatırını sorsak, hem onu, hem kendimizi ne kadar sevindiririz. Hani, bazı çok yaşlı kimseler vardır. Hayatta kimseleri kalmamıştır. Ellerinden tutacak kimseleri yoktur. Ne olur onları hiç olmazsa telefonla veya beş dakika ziyaretlerine giderek arayıp, sorsak, ne kaybederiz? Onlara desek ki “Ne zaman başın daralırsa, ihtiyaç hissedersen, gece saat kaç olursa olsun, beni ara. Ben arabaya biner gelirim.” Bir bilsek ki bu sözler yalnız bir insanı ne kadar sevindirir, ne kadar göklere uçurur. Daha bunlar gibi pek çok örnek verebiliriz. Alışveriş ettiğimiz tezgâhtarın hatırını sorsak, bir sıkıntısı olup olmadığını öğrensek, dolmuştan inerken sâde para vermekle yetinmeyip hatırını sorsak, hayırlı işler dilesek, teşekkür etsek, onlar da, biz de ne kadar mutlu oluruz. Bir gül bahçemiz olsa, bir dostumuz ziyaretimize gelse, ona bir gül buketi hazırlarken o gülün kokusu aynı zamanda üstümüze, ellerimize de sinmez mi? Onun için Kâinatın Efendisi, “Veren el, alan elden hayırlıdır” ve “Birbirinizle arada hediyeleşin, hediye bazen kalpler arasındaki soğukluğu giderir” buyuruyor.
Ne zaman Hak’ka göçeceğiz bilemiyoruz. Ama yaşadığımız sürece, şu hayatı o kadar güzel, renkli, şiir gibi yaşayalım ki, dünyamız cennet gibi olsun. Ve “Dünyası cennet olanın, âhiretinin de cennet olacağı” müjdesi geliyor Kâinatın Efendisinden. O halde ne bekliyoruz? Yunus Emre, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyordu. Bizler de yaşadığımız sürece hep iyinin ve güzelin tohumlarını ekelim ki, yarın mukadder yerimize gittiğimizde yüzümüz kara çıkmasın. Allah, bizlere de ve yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de hayırlar göstersin, imân ile çene kapamayı nasip etsin.
|