subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Sayı Sabri Tandoğan ile Sohbet


Soru: Efendim, sizde, İslâm’ın bütün güzelliklerini; hâliniz ile, tavrınız ile, yaşamınızın her ânında görmek mümkün. Özellikle günlük yaşamınızda estetiğe verdiğiniz öneme ve değere de şahit oluyoruz. Zaman zaman sohbetlerinizde de değindiğiniz gibi, estetik yaşamınızın ayrılmaz bir yönü. Yaşamınızda estetiğe neden bu kadar önem veriyorsunuz ve insan yaşamında estetik neden önemlidir? Dinimizi yaşamak için estetik gerekli midir? Tekâmül etmek, insan olmak için de estetik gerekli midir? Estetik nedir, ana unsurları nelerdir? Bu konudaki değerli düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum…


Cevap: Kıymetli yavrum, estetik gerek fert, gerek toplum hayatında son derece önemli bir olay. Estetik varoluşun çiçeklenişi, aşk haline gelişidir. Bundan üç sene evveldi. National Geographic dergisinde ilginç bir yazı okumuştum. Tokyo’da bir mekân varmış. Evi, barkı olmayan, otelde kalacak parası bulunmayan kimseler burada kalırlarmış. Bazı fotoğraflar da vardı. Herkesin bir yaygısı var: Kimisi kilim, kimisi hasır, kimisi battaniye. Herkes, kendi yaygısında kalıyor. Bir nevi onun evi gibi. Günün hangi saatinde geçerseniz geçin, şunu müşahede ediyorsunuz, herkesin zati eşyası o kadar tertipli, o kadar düzenli ki. O fotoğraflara günlerce baktım. Baktıkça saygım ve hayranlığım daha da çoğaldı. İşte yavrum, estetik bu. Nerede, ne zaman, nasıl olursa olsun, her zaman tedbirli, intizamlı, saygılı, edepli, ince ve zarif olabilmek. Bakıyorsun minicik bir dilenci kız çocuğuna, giysisinin çeşitli yerlerine iliştirilmiş birtakım nesneler. İçinde bulunduğu şartlar ne kadar ağır olursa olsun, bu kız çocuğu estetiğe yöneliyor... Estetik, bütün hayatımızı kaplayan muhteşem bir duygu. Estetik, hayatımızın her ânına, her dilimine şâmil bir davranış tarzı. Bunu yalnız güzel sanatlarla sınırlı görmek olayı hiç anlamamak demektir. Şiir okumak güzeldir, şiir yazmak güzeldir. Ama biz hayatımızı o kadar güzel yaşayalım ki, her dakikası ayrı bir şiir olsun. Giyimin estetiği olduğu gibi, bir de sofra adabının, yemek yemenin, bir bardağı tutmanın, bir çatal kaşığı tutmanın, konuşmanın, hitap etmenin, dinlemenin, okumanın da bir estetiği vardır. Beşeri münasebetler bizden her an estetik bir duyarlık ve incelik bekler. Rahmetli şair Necip Fazıl Kısakürek “Bir Adam Yaratmak” isimli piyesinde der ki:


“Kadınla erkek arasında öyle hassas bir cazibe muhiti var ki, en olmayacak sebeplerle, bir anda renk gibi uçar, duman gibi dağılır ve artık hiçbir gayret ve fedakârlık onu geriye iade edemez.”



– Acaba yarın ne yemek pişirsek?


– Yarının derdini bugünden taşıma. Hele bir yarın olsun Allah Kerim.


 



– Bakın şu kırmızı sardunyalar ne kadar güzel...


–Topraktan çıkıyor bu güzellikler...


 


“Yüzün yardım tırmık ile bel ile;


Bana cevap verdi yine gül ile”


diyor Âşık Veysel. Ünlü bir profesör Âşık Veysel’i arıyor, “Gel seni tedavi edeyim. Gözlerini açalım” diyor. Âşık Veysel kabul etmiyor. “Gözlerim açılıp da ne olacak... Güzellikler benim içimde... Dışarıda değil ki... Ben böyle mutluyum” diyor.



“Güzelliğin on para etmez


Bu bendeki aşk olmasa,


Eğlenecek yer bulaman


Gönlümdeki köşk olmasa...”


(Dalgalar çok yumuşak vuruşlarla kıyıya vuruyor. Tatlı bir rüzgâr esiyor. Çınar ağacının solan yaprakları uçuşuyor havada... Sonra zarif yalpalanmalarla yere düşüyorlar.


– Bu yıl yapraklar erken dökülmeye başladı. Henüz sonbahara girmedik. Diyor yerleri temizleyen görevli... Hışır hışır dökülen yaprakları küreğiyle toplarken...)


Ümit Yaşar Oğuzcan’dan mısralar dökülüyor hocamın dudaklarından...



“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın;


Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın.


Öylesine yıktın ki, bütün ümitlerimi


Beni bensiz bıraktın, beni sensiz bıraktın.”


Yahya Kemal’den;


“Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış,


Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.


Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış


Eski şirazı hayal ettiren âhengiyle.


 


Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde,


Ruhu her yerden buhurdan gibi yıllarca tüter


Ve serin serviler altında kalan kabrinde


Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”


Soru: Zikir nedir? Nasıl yapılır? Sesli mi, sessiz mi yapmak gerekir?


Cevap: Zikir Allah’ı anmak demektir. Lâ ilâhe illallah demek de zikirdir. Bir çiçeğe bakmak, ondaki uyumu, güzelliği müşahede etmek de zikirdir. Denize, gökyüzüne bakmak da zikirdir. İster içinden anar, ister dışa vurarak... Bu bir mizaç meselesidir. Düşüncelerimizin Allah’ın, Peygamber’in (S.A.V.) gösterdiği yolda olması, ilerlemesi lâzım. Öyle şeyler düşünelim ki, ailemize, çevremize faydalı olsun.


Soru: Efendim, merhamet duygusu insanlara mahsus bir duygu mu?


Cevap: Allah isterse, bir köpeğe öyle merhamet veriyor ki... Kaplan, yavrularını besleyebiliyor. Bazen gazetelerde görüyoruz, köpek, kedi yavrusunu veya kedi, köpek yavrusunu emziriyor. Himaye ediyor. O merhameti onların kalbine Allah veriyor. Hayat mucizelerle dolu. Ekmek yiyoruz. Vücudumuzda kana dönüşüyor... Yunus,



“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”


diyor. Bize düşen her şeye, herkese o ulu nazarla bakabilmek. Yine Yunus,



“Miskin Yunus, sen seni bir adam mı sanırsın


Hâlini, miktarını bil... Derlerse, ne dersin?”


diyor. Bize düşen, her an edepli, saygılı olmak, her an hizmete hazır olmak. Peygamberimiz diyor ki... En hayırlı insan, insanları seven ve onlara hizmet edendir. O aşkı, heyecanı içimizde duyabilmek önemli... Son derece bedbin, karamsar bir insanın gönlüne bir ümit ışığı, bir teselli verebiliyor musun... O önemli.



Soru: Efendim, renkler insan psikolojisini etkiler mi?


Cevap: Elbette etkiler. Japonlara göre, insana en çok huzur veren renk, portakal rengi imiş. Mavi renk de huzur, sükûn veriyor. Kırmızı renk insanı heyecanlandırıyor... Mor ise, daha çok hayalperest, romantik insanların sevdiği bir renktir. Gri renk uyku getirir. Meselâ, müşterisi çok lokantalar griye boyatırmış. Adamın hemen uykusunu getiriyor. Hemen kalksın, başka müşteri gelsin diye.



Soru: Allah, herkesin karşısına bir velî çıkartır mı?


Cevap: Allah herkesin karşısına bir velî zat çıkartır. Fakat, gurur, kibir, enaniyet, benlik, nefis “Ne yani, der... Ben Üniversitede profesörüm. O kim oluyor” der. “Ben, dünya kadarservetin sahibiyim” der. Herkes kendine göre bir nefsaniyet çiftesi ata, ata... Bu fırsatı değerlendiremez.



Soru: Kimler değerlendirebilir?


Cevap: Samimi olarak, Allah aşkına ulaşmak isteyenler... Bunu lâfla isteyen çok. Adam meselâ 20 kere Hacca gidiyor. Ne olacak?.. Sende o yürek, o aşk yoksa... Kabe’ye bile anlamını veren, senin aşkın... Bu aşk yoksa, adam gidiyor, bakıyor... İşte taştan bir bina...


Soru: Kabe’yi ortadan kaldırınca, insanlar birbirine secde etmiş oluyor. Bunu nasıl izah edebiliriz?


Cevap: Yavrum... İşte, Peygamber (s.a.v.)’in Hadis’i var... Diyor ki; “Mü’min mü’minin aynasıdır” diyor... Münir Bey de derdi ki; “İnsanı insan eden, yine insandır.” Öyle kitap okumakla, fakülte bitirmekle bu işler olmuyor yavrum.


Soru: Aslında insanda tecelli eden Hak’ka mı secde ediliyor?


Cevap: Evet yavrum. Daima Hak’ka boyun eğilecek... Yüce Allah Kur’an-ı Mübininde, meleklere, secde et... emrini buyurduğu Hz. İnsana, İblis secde etmeyi kibirine, gururuna yediremediği için, cennetten kovuldu. Yüce Allah, “İnsanda tecelli ettiğim kadar hiçbir şeyde zâhir olmadım” buyuruyor.


Soru: İlmi Ledün ne demektir? Ona nasıl sahip olunabilir?


Cevap: Ledün; hayatın sırrı demek... İlmi Ledün’ne sahip olursan, hayatın sırrına ermiş olursun. İlmi Ledün’nü öğrenince hakikât perdesi aralanıyor. Allah’ı görüyorsun. İlmi Ledün’nü öğrenebilmek için birçok merhaleleri aşmak gerekir. Samimi olarak Allah’a âşık olmak lâzım. Gerektiği zaman çekinmeden Allah rızası için ölümü göze alabiliyor musun? İlmi Ledün sahibi olmak için haksızlık karşısında boyun eğmemek gerekiyor. İnsanın varoluş gayesi var. O gayeye uygun yaşamak gerek. Allah’ın koyduğu kurallara riayet ederek, mâneviyat yolunda adım atacağız. Ukalâ, kendini herkesten üstün gören bir insan, mâneviyat yolunda bir adım ilerleyemez.



Soru: “Zaman içinde zaman vardır” sözünü açıklar mısınız?


Cevap: Bir işe başlarken Besmele ile başlayıp bütün dikkâtimizi o işe verirsek, çok kısa bir zaman içinde o işi yapabiliyorsun. Bütün mesele her işe Besmele ile başlamak, hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmemek. O zaman çok az bir para ile de geçinebilirsin. Bazen mekân içinde mekân oluyor. Meselâ küçücük bir ev... Ama orada herkes öyle huzur, sükûnet içinde yaşıyor ki, orası büyüyor, büyüyor saray gibi oluyor. Bunun sebebi, orada yaşayanların huzur içinde olmaları.


Velîler, zamanın kıymetini bilirler, herkese saygılıdırlar. Tam bir teslimiyet içindedirler. Hiçbir zaman hayat şartlarından, gelirlerinden şikâyet etmezler. Helâl rızık yerler, kendilerini hiç kimseden üstün görmezler.


En güzel zikir, bir kenara çekilip Besmele çekmek. Daraldığın, bunaldığın zaman, bir köşeye çekilip, dik oturarak, gözlerini yum. Ellerini dizlerine koyarak, “Bismillahirrahmanirrahim” de. Besmeleyi söylerken bir ışın çıkıyor. O insana huzur, sükûn veriyor. Yemek yerken, her lokmada BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM de... Alışverişte, çantanı açıp para verince, paranın üstünü alınca Besmele çekin... Her daim Besmele deyin...


Soru: Efendim, Samiha Ayverdi, Türk kültürünü, tarihini her yönü ile en güzel ve hakiki hüviyeti ile, ruhu ile aktaran çok değerli bir yazarımız. Çocuklarımıza, gençlerimize her fırsatta öneriyoruz. Fakat kelimelerin yabancı geldiğini, o yüzden okumakta zorlandıklarını söylüyorlar. Bu duruma nasıl bir çözüm önerirsiniz?


Cevap: Yavrum, lügat taşıyacaklar yanlarında. Bakacaklar. O kelimeler hattı zatında bizim kültürümüzün yapı taşları. O kelimeleri öğrenmeden kültür olmaz yavrum. Kültürlü insan olunamaz.


Soru: Reşat Nuri Güntekin’in kitaplarında da yabancı kelimelere rastlıyorum.


Cevap: Samiha Hanım, Reşat Nuri ile mukayese edilmez. Reşat Nuri sadece gördüklerini yazmış. Ama Samiha Hanım’ın sonsuz güzel, muhteşem bir dünyası var. Bize kitaplarında o dünyasını tanıtıyor.


Zorluklar insanı yetiştiriyor. Zorluklar olmayınca yavrum, insan yetişemiyor.


Meselâ şimdi bir futbolcu var... David Beckham dünyanın en çok para kazanan, en meşhur futbolcusu... Bir gazeteci ile onun bir röportajını okudum. Gazeteci soruyor; “Sen nasıl dünyanın en meşhur futbolcusu oldun?” diyor... Beckham diyor ki; “Dünyada hiçbir futbolcu benim kadar antrenman yapmadı. Ben gece rüyamda bile gol atarım.” diyor. Kendini öyle vermiş ki futbola...


Meselâ, dünyada hiç kimse, İdil Biret kadar güzel piyano çalamıyor. Neden?.. Çünkü; dünyada kimse, İdil Biret kadar piyanoya emek vermedi. Her gün 8 saat çalıştı. Ne zamandan beri?.. 5 yaşından beri... Dile kolay bu... Yani, çile çekmeden olmuyor.


Geçen sene televizyonda bir program seyrettim. Bir Japon terzi, Paris’e geliyor. Paris’te dünyanın en büyük terzisi oluyor. Bir provasını gösterdiler... Tüylerim ürperdi... Bir hanıma tayyör provası yapıyor. Ceketi giydirdi. Kol acaba böyle su gibi akıyor mu?.. Kendini yerden yere attı adam yahu... Oradan bakıyor... Buradan bakıyor... Kol nasıl diye... “Niye kendini bu kadar helâk ediyorsun?..” diyorlar. “Nereden bakılırsa bakılsın, kol bir sütun gibi inmeli yere” diyor. “Orası buruşuk, burası kıvrık olmaz!..” diyor. Daha ufacık çocukken, annesi de mahalle terzisiymiş Japonya’da. Annesine yardım edermiş. Teyelleri yapar, düğme dikermiş. Sonra annesi onu bir erkek terzisinin yanına veriyor. Mesleği öğrensin diye. Orada Tokyo’nun en meşhur terzisi oluyor. “Bu yetmez bana anne, ben Paris’e gideceğim.” diyor. Tabi Paris moda merkezi... “Dünyanın en iyi terzisi olacağım” diyor. Birisi, bir mantoluk kumaş getirdi. O kumaşa bir bakışı, dokunuşu var... O elleri sanki sevgiliyi okşuyor gibi. Kumaşa öyle saygı, sevgi dolu yaklaşımı var ki... Sanki o kumaş değil de, gökten inen Hacer’ül Esved... Kumaşa öyle yaklaştı ki... Eee... bu adam olur bir şey yani... Hayatta her şey öyle...


 



Soru: Dağınıklık bir alışkanlık mıdır, genetik midir?


Cevap: Bir dereceye kadar annenin, babanın etkisi olabilir... Savruk, derbeder bir annenin kızı da öyle olur. Ama önemli olan onu aşmak... Annem öyle olabilir, ama ben öyle olmayacağım, benim babam her gece içki içiyorsa, ben de mi içeyim?.. Benim teyzem dedikodu yapıyorsa, ben de mi yapayım?.. Bana ne ailemden, sana ne... Yarın Allah’ın huzuruna çıktığım zaman, bana annem, babam sorulmayacak... “Sen…” diyecekler, “Hayatını nasıl yaşadın?..” Tıpkı şunun gibi: Lokantaya gittin. Biraz sonra hesap alınacak... Hiçbir masanın hesabı başka bir masadan istenmeyecek.


Psikologlar ispat etmişler. Masası dağınık bir genel müdürün çalıştığı işyerinden hayır gelmiyormuş. Amerika’da bazı şirketler gece baskın yapıyorlarmış... Kimin masası dağınıksa, bir not bırakıyorlarmış. “İşinize son verilmiştir. Sabahleyin muhasebeciden hesabınızı kapatın” diye...


Ben 3 yaşında iken, annem bana şunu öğretti; “Yavrum, aslan yattığı yerden belli olur.” Dağınık bir insan benim nazarımda beş para etmez. Ve öyle kişiler hayatta hiçbir zaman tekâmül edemezler. Onlar ne mutlu bir evlilik hayatı yaşayabilir, ne meslekte başarılı bir insan olabilir, ne de toplum içinde sevilen, sayılan, el üstünde tutulan bir insan olabilir. Yani bunlar bir lüks, bir fantezi, bir özenti değil... Eğer insan olarak yaşayıp, insan olarak ölmek istiyorsak buna mecburuz yavrum.


Hep güzel örnekler bizi ilgilendirecek yavrum. Peygamberler, velîler, mânâ yolunun büyükleri... Yunus böyle derdi... Mevlânâ öyle yapardı... Abdulkadir Geylâni Hazretleri böyle söylerdi... Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri böyle söylerdi... Bunlar beni ilgilendirir yavrum...



Soru: Karı koca arasında sevgi ifade edilmeli mi?


Cevap: Ben 44 yıl içinde bir tek gün Rânâ’ya “Seni seviyorum” demedim. Rânâ akşama kadar dişini sıktı. Akşam olunca, elini alnıma koydu. “Sabriciğim sen bugün hasta mısın” dedi. “Ne oldu ki Rânâ” dedim... “Daha ne olsun ki, bugün bana seni seviyorum demedin.” dedi. 44 yıl her Allah’ın günü ona “Rânâ, seni çok seviyorum” dedim... İyi ettim mi?



– Çok iyi etmişsiniz. O da size söyledi mi?


– Söyledi.


– Meselâ ben bulaşık yıkarken, arada kaşıkları, çatalları, bardakları severim. Okşarım. Öperim. Ondan sonra gardrobumu açarım. Onlara ilânı aşk ederim. Öperim, okşarım. Öyle yavrum karşılıklı sevgi... Bazı kazık gibi herifler var. “Seni seviyorum demeye ne gerek var. Onunla evlenmem sevdiğimi göstermiyor mu?” diyor. Sen bir gün yemek yiyorsun, ertesi günü niye tekrar yiyorsun. Yedin işte... Bir ömür boyu yetsin sana...


(Borsaya para kaptıran bir kardeşimizin itirafı üzerine açılan sohbetten)


Ömer Bedrettin olsaydı şimdi şöyle derdi: “Kız Ayşe, güzel Ayşe, halıyı sen ger Ayşe; o zengin çocuğunu sana vermezler Ayşe.”


Ayşe şehirde bir halıcı kız. Tezgâhta halı örüyor. Gönül bu ya... Ağanın oğluna gönlünü kaptırıyor. Yanıp yakılıyor ağanın oğlu için. Türküler çağırıyor. Bu Ömer Bedrettin’in kulağına gidiyor. O da bu şiiri yazmış.



Kız Ayşe, güzel Ayşe,


Halıyı sen ger Ayşe,


O zengin çocuğunu


Sana vermezler Ayşe...


Zengin çocuğu, zengin çocuğu ile evlenir. Borsadaki para da bizim gibi garibanı bulmaz yavrum. Çünkü bizim kulağımıza geceleyin kimse tüyo fısıldamaz. Biz saf saf gazeteyi okuruz. O gazeteye göre hareket ederiz. Halbuki o gazetede bizim gibi enayilerin 3 kuruşunu elinden çekmek için plânlar yapılmıştır. Olay bu yavrum. Yani benim kendilerini çok, çok akıllı kabul eden, nice tanıdığım, yakınım hep borsaya girdiler ve kaybettiler. Hem de feci şekilde... Ellerindeki üç kuruş da gitti.


Hani Yonca Evcimik’in bir şarkısı vardı. Nakarat bölümünde; “Kendine gel, sen haddini bil…” diyordu. O hattı zatında hepimize hitap ediyor.


Danıştay’a bir kız girmişti. Daktilo olarak... Gecekonduda oturuyor. Çok fakir bir ailenin kızı. Birileri yardım etti. Daktilo olarak girdi. Kız çok iddialı, “Ne yani, benim neyim eksik, ben niye Rahmi Koç’un karısı gibi giyinmeyeyim” dedi. “Yahu... Sen daktilosun... Eline geçen üç kuruş para... Sen nasıl Rahmi Koç’un karısı ile aşık atarsın. Ne oldu sonra?.. Borçlandı... Borçlandı... Ödeyemedi. İcraya verdiler. Maaşına haciz geldi.


Danıştay’ın en şık giyinen insanıydım. Bazı kimseler benim kıyafetlerim için çetele tutardı. Her gün değişik giyinirdim. Topyekûn elbise, gömlek, kravat, çorap, kol düğmeleri, hatta kravat iğnesi... O zamanlar kol düğmesi de, kravat iğnesi de takılırdı.


Ama ben bir kere Vakko’dan alışveriş yapmadım. Herkesin en çok beğendiği kravatlarım da, benim işportadan aldıklarımdı. Bazen işportada o kadar güzel kravatlar olurdu ki... Meselâ bir tüccar malını tasfiye ediyor, işportaya çıkartıyor. En lüks mağazadan alamayacağın kravatı oradan 5 liraya alıyorsun. Ama o âna mahsus, ertesi günü bulamazsın. Vakko’da bir kravat 125 lira. E niye vereyim. Zaten veremem de. Param da olsa gene vermem. Bana aptallık gibi geliyor. 125 liraya kravat mı olur, yani insaf... Yani sen haddini bileceksin... Sen bir daktilo memurusun...


– Şimdi de çok şık giyiniyorsunuz. Dikkât ediyoruz, birbirinden şık kravatlar takıyorsunuz.


– Onun arkasında, yılların tecrübesi var. Ben ilk kravatı Orta 1’de taktım. Bir takım elbise yaptırdılar annem, babam... 1 gömlek, 1 kravat aldılar. Pazartesi onu taktım, Salı günü elim gitmedi. Ben her gün aynı kravatı mı takacağım dedim. Ne yapayım. Anneme, babama söylemeye de utanıyorum. Tuttum, bir hafta öğle yemeği ve otobüs paramı biriktirdim. Yürüyerek gidip geldim. Öğleleri de aç kaldım. O biriktirdiğim para ile ikinci kravatımı aldım. 12 günde bir değişik takıyordum. Sonra ondan da usandım. Gene para biriktirdim. Bir hafta otobüse binmedim. Aç kaldım. Üçüncü kravatımı aldım. Yani daha bir ayda üç kravatım olmuştu... İşte öyle yavrum. Hayatta her şey adım adım, yavaş yavaş ilerliyor.



– Çok teşekkür ederim efendim. Dilinize, gönlünüze sağlık.


Fatmagül Çuhadar

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]