subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Kültürün Temeli Kitaptır


Geçen gün yakınım olan bir hanımefendi; “Apartman komşuları misafirliğe gelecekler. İkramlarımdan sonra onlara sevdiğim kitaplardan bazı cümleler okumak istiyorum. Ne dersiniz?” dedi. Cevap verdim; “İyi olur yavrum.” dedim. “Maddi ikramın yanında, mânevi ikram da olur. Bir tek cümle de hatırlarında kalsa, yine de kârdır.” dedim. O akşam telefondan gelen sesi bayağı kırgındı. “Çok değerli bir eserden küçük bir paragraf okuyayım dedim, baktım hepsi ayağa kalkmış. Bize müsaade dediler ve gittiler.” dedi. Biraz sonra ağlamaya başladı. Kendisine bir istatistikten bazı rakamlar okudum. Unesco’nun bildirdiğine göre, Türkiye’de kitap okuyanların sayısı o kadar azmış ki, dünya genelinde seksen altıncı sırada yer alıyormuşuz. Yedi milyonluk Azerbaycan’da kitaplar yüz bin basılırken, Türkiye’de bu rakam üç bine, iki bine, bazen bine iniyor. Yetmiş üç milyonluk Türkiye’de kitap okuyanların sayısı yetmiş bine ancak yaklaşıyormuş. “Kıymetli yavrum,” dedim. “Türkiye’de nice makam sahipleri, nice profesörler ellerine kitap almazken, senin komşuların kitap okumazmış çok mu?”


Nasıl insanın çeşitli gıdalara ihtiyacı varsa, insan beyninin de gıdaları var. Din, ilim, tasavvuf, güzel sanatlar, tabiat sevgisiyle beslenmeyen insan gönlü, ışıktan mahrum yaşıyor demektir. İnsan gönlü ışıkla dolunca ışıktan fark edilmez.


“İnsan demek, göz demektir” diyor Mevlânâ. “Gözden geriye kalan sadece et ve kemiktir.” Göz, güzellikleri görebiliyorsa, seçebiliyorsa ona göz denir. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. O anahtar kolay kolay ele geçmez, Onu aşkla, heyecanla, sabırla, yılmadan aramak gerekir. Amorfalyus Titanyum isimli bir bitki on beş yılda bir çiçek açıyor. Her varlık, her an, her şeyde sevgi özlemi içinde. Yunus;



“Gelin tanış olalım


İşi kolay kılalım


Sevelim, sevilelim


Dünya kimseye kalmaz”


diyor. Gönlünü, edebe, sevgiye, saygıya ve güzelliğe aç, bak sıkıntın kalıyor mu? Şekilde, kabukta, zâhirde kalan, öz olana, ebedi güzelliğe nasıl ulaşabilir? Güzele varmak, tevhide ulaşmakla olur.


Ayrıntılarda boğulan, yanlış yorumlarla hem kendilerinin, hem başkalarının dünyalarını karartanlar, her gün biraz daha güzellikten, incelikten uzaklaştıklarının farkındalar mı? Evrende öyle çıldırtıcı bir güzellik ve âhenk var ki; kendi kendilerini aşamayanlar, kendi egoları içinde hapsolanlar, nefsaniyetlerinin esiri olanlar hiçbir zaman o muhteşem senfoniyi dinleyemeyeceklerdir. “Ey zaman geçme dur, öyle güzelsin ki” diyemeyeceklerdir. Her zaman maviliğin bittiği son hadde kadar yürüyebilenler, kendilerini, varlığın dar hendesesinden kurtarabilenlerdir. İnsan hayatının en küçük olayları bile çok büyük bir önem taşırlar. Rilke:



“Görmeyi öğreniyorum”


der. Görmek aşktır. Yunus:



“Şu gözümden gören nedir?”


diye sorar. Görme yeteneği görendedir. Göz, sadece bir dürbündür. Dürbün görmez. İnsan kalbi başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır. Her eser bir derstir. Bir büyük ressamın eserinden yapılacak bir kopya, o eserde gizli olan bu dersi kendi kültürüne ilâve etmek, bir başkasına ait olgun bir tecrübe ile kendi sanatını zenginleştirmek demektir. Kültür olayı bir ömür boyu devam eder, son nefese kadar.


Bir topluma ruhunu veren, bir toplumu ayakta tutan, fikir ve sanat adamlarıdır. Onlara lâyık oldukları değeri vermeyen toplumlar, bir süre sonra yaşama sevinçlerini kaybederler, varoluştaki akıl almaz, çılgın güzellikler onlar için anlamsız bir hâle gelmeye başlar.


Bir inancı, bir düşünce terbiyesi olmayan, bir sanat kültüründen yoksun insanların doğaya, insana, olaylara kendine has bir bakış açısıyla bakmasının, bir yaşama sanatına, yaşayış üslûbuna ulaşmasının imkânı var mıdır? Kişiliksiz, renksiz, kültürden, incelikten yoksun insanların toplumun hangi çizgisinde bulunurlarsa bulunsunlar, hangi makamı işgâl ederlerse etsinler, çevrelerinde sevgi, saygı ve hayranlık uyandırmalarına imkan var mıdır? Kültür, estetik, terbiye, edep ve saygı hayatımıza yapıcı bir âmil gibi girdikçe, yaşantımızda egemen oldukça, nice halledilemez gibi görünen sorunlarımızın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Ancak kalpleri ve kafaları Kur’an-ı Kerim’in Hadis-i Şeriflerin ışığıyla, bilimle, sanatla, sevgi ve saygıyla, güzellikle dolan insanlar sağlıklı yaşar, mutlu olur, mutlu ederler.


Matematik profesörü olan bir arkadaşım anlattı. Tokyo’ya Dünya Matematikçiler Kongresi’ne gidiyor. Otele yerleştikten sonra görevli memura soruyor. “Burada” diyor, “hem hesaplı, hem temiz, hem kaliteli lokanta nerededir?” Tarif edilen yere bir arkadaşıyla gidiyor. Bin kişilik bir lokanta… Arkadaşım yanındaki meslektaşı ile güle oynaya kapıdan giriyorlar. Ama birden donup kalıyorlar. İçeride çıt yok. İnanılır gibi değil. Bin kişinin bakışları üzerlerinde toplanıyor. Mahcup oluyorlar. Lokantada mutlak bir sessizlik egemen. Şaşırıp kalıyorlar. Ne içeri girebiliyorlar, ne dışarı çıkabiliyorlar. Öyle bir mahcubiyet, eziklik içindeler ki, şef garson hâlden anlıyor, hemen geliyor, onları içeri alıp oturtuyor. Çevreye bakıyorlar, herkes öylesine sessiz ki... Bir sipariş verileceği zaman garsonun kulağına fısıldıyorlar. Çatal kaşıklarını masaya koyarken inanılmaz bir dikkât gösteriyorlar, aman bir ses çıkmasın, bir gürültü olmasın diye. Arkadaşım bakıyor, bakıyor, hayran oluyor.


Yine bir Pazar sabahı arkadaşım trene biniyor. Amacı bir Japon banliyösündeki hayatın akışını incelemek. Trende oturduğu yerin karşısında bir Japon ailesi var. Karı koca ve küçük yavruları çocuk henüz iki yaşında. Ne hikmetse durmaksızın ağlıyor. Anne bir yandan çocuğu susturabilmek için elinden geleni yapıyor, bir yandan da arkadaşımı endişe ile süzüyor, acaba yabancıyı rahatsız ediyor muyum diye. Ama bir türlü başarılı olamıyor. Eşi köşede sükûnetle gazetesini okumakta. Nihayet gidiyor, ondan yardım istiyor. Baba yavaş yavaş yerinden kalkıyor, çocuğun yanına gidiyor. Yanağına çok hafif, çok yumuşak bir fiske vuruyor. Çocuk derhal susuyor. Bütün bunlar bize sağlıklı, mutlu, huzurlu yaşayabilmek için sessizliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yüksek sesle müzik dinleyenlerin bir süre sonra beyin hücrelerinin öldüğü bilimsel çalışmalarla ortaya çıkıyor. Gürültü insanı hasta ediyor, sinir sistemini tahrip ediyor, onu hayata karşı duyarsız yapıyor.


Pascal, “İnsanın hayatta başına ne gelirse, işini bitirdikten sonra bir köşeye çekilip, sükûnetle hayatı, insanları, olayları tefekkür edememesinden gelir” diyor.


Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak’kın, Hz. Musa’yı, Firavun’u Hak’ka davet etmekle görevlendirdiğini okuyoruz. “Ya Musa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve tatlı söyle” buyruluyor. “Allah yavaş sesle konuşanları sever.”, “Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla çıkarmayınız, bağırmayınız, yüksek sesle konuşmayınız. Seslerin en çirkini eşek anırmasıdır”...


“Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” Şâd olmuyorsak, huzuru, mutluluğu içimizde bulamıyorsak kabahat bizdedir. Ya aramıyoruz, ya da aramasını bilmiyoruz. Yunus insanları şâd eden haberi nice arayışlardan, gayretlerden, fedakârlıklardan sonra bulmuştur. Yunus, hiç ses çıkarmadan edeple, sabırla kırk yıl dergâha odun çekti. Bu bir aşk işidir, çile işidir. Ağzımıza aldığımız bir lokma bile yutulmak için kaç kere çiğneniyor. Hayatta hiçbir güzellik kolayca elde edilmemiş, hiçbir mutluluğa rahatça ulaşılmamıştır. Hayat bizden her gün yeni bir fetih bekliyor. Yüce Peygamberimiz, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Peki biz ne bekliyoruz?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]