subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Her Şey Bir İlk Adımla Başlar


Hayatta her şey bir “ilk”le başlıyor. Vehbi Koç’a sormuşlar, “bu kadar servete nasıl ulaştın?” diye. Vehbi Koç cevaplamış: “İlk bir lirayı kazanarak” demiş. Dünya maraton şampiyonuna sormuşlar; “Kırk iki kilometreyi nasıl bitirdin?” demişler. Şampiyon cevap vermiş: “İlk yüz metreyi koşarak” demiş. Hayatta her şey öyle. Zenginlikler de, iflâslar da, tükenişler de hep bir ilk adımla başlıyor. Ne yazık ki bugün ülkemizde çocuk terbiyesini bilen yok gibi. Çocuk önce bir şımarıklık yapıyor. Aile eh diyorlar, bir defadan ne çıkar?


Yıllarca önce bir komşumuz vardı. Hâli vakti yerinde bir aile idi. Sonra bir şey dikkâtimi çekti. Evin hanımı hava kararmaya başlar başlamaz mutfağın elektriğini yakıyordu ve her gece ikide söndürüyordu. Bir gün, “Efendim israf olmuyor mu, elektrik bu kadar saat açık kalıyor?” dedim. Komşu birden kızdı. “Size ne!” dedi. “Hem ben hiç elektrik faturasını size gönderdim mi?” Üzüldüm. Cevap vermek lüzumunu duymadım. Bir süre sonra alacaklılar mahkemeye müracaat ederek evi sattırdılar. Bizim komşunun saltanatı da (!) böylece sona erdi.


Günümüzde böyle bir hava var. Sık sık işitiyoruz. Ben paramı dilediğim gibi harcarım, vücut benim, dilediğim gibi kullanırım, mide benim, keyfime göre yer içerim. Bu, ne kadar yanlış, ne kadar sakat bir anlayış bir bilsek. Malımız, mülkümüz, paramız, bedenimiz, hatta zamanımız bize emânet. Onu dilediğimiz gibi kullanmaya hiçbirimizin hakkı yok. Eski İstanbul terbiyesinde, benim evim, benim köşküm, benim yalım demek çok büyük terbiyesizlik, küstahlık, saygısızlık kabul edilirmiş. Bir kimseye, “Bu evin sahibi siz misiniz?” denildiği zaman, o kişi edeple, saygıyla “Estağfurullah efendim,” dermiş. “Mülk Allah’ın, biz emâneten oturuyoruz.” Bir bilsek o eski güzel âdetlerimizi kaybetmekle nelerden uzaklaştık. O insanların hayatta en çok önem verdikleri husus, bir insandaki edep, saygı, incelik, zarâfet, tevâzu, sabır, şükür, kanaât olurmuş. Bunlardan mahrum kimselere insan gözüyle bile bakılmazmış.


Hayat ancak mânevi güzelliklerle bir anlam kazanıyor. Bugün boşanma davalarının süratle artmasının sebeplerini araştıracak olursak, karşımıza hep bu durum çıkar. Rahmetli eşimle kırk dört yıl evli kaldık. Bir tek gün evimizde kavga, münâkaşa, tartışma, küskünlük, kırgınlık olmadı. Çünkü yeni yuvamıza ilk adımımızı atarken karar vermiştik. Bu evde erkeğin ve kadının değil, Allah’ın ve Peygamber’in sözü geçecek. Nitekim öyle oldu. Bugün öyle günler yaşıyoruz ki, birçok evde paradan puldan başka bir şey konuşulmuyor. Pek tabidir ki onun arkasından münâkaşalar, kavgalar geliyor. Ne kadar acı bir durum. İtimat, güven duygusu ancak mânevi bir iklimde söz konusu olabilir. Her çiçek her iklimde yetişmiyor ki. Bir yerde huzurun, mutluluğun, sevginin ve saygının olabilmesi için, orada daha önceden inanmış gönüllerin, mutmain kalplerin var olması lâzım. Siz, Ankara’da çay yetiştirebilir misiniz? Beethooven’in babası müzik öğretmeniymiş. Daha dört yaşından itibaren oğluna piyano çalmasını öğretmiş. Aynı Beethooven dağ başında bir çobanın oğlu olsaydı, dokuzuncu senfoniyi besteleyebilir miydi?


Japon dilinde küçük, basit, önemsiz kelimeleri yok. Onlar için her şey önemli. Onlar için en küçük bir zerrenin bile sonsuz önemi var. Dünyanın en iyi elmas yontucuları Japonya’daki kuyumcular. Dünyanın her tarafından, yontulup, istenilen şekli alabilmesi için Japonya’ya elmas gönderiyorlar. Ve onlar inanılmaz bir incelikle, sabırla, saygıyla o gönderilen elmasları yontup para kazanıyorlar. Çünkü daha önce o terbiye ailede çocuklara aşılanıyor. Dünyada öğrenilmesi en zor alfabe Japon alfabesi imiş. Birkaç sene evvel Fransız Kültür Bakanı incelemeler yapmak için Japonya’ya gidiyor. Japon çocuklarının o alfabeyi öğrenebilmeleri için olağanüstü bir çaba harcamaları gerektiğini görüyor. Ve bir yemekte Japon Kültür Bakanı’na bir teklifte bulunuyor. “Efendim,” diyor. “Biz size yüz binlerce alfabe gönderelim. Çocuklarınız kolayca Latin alfabesini öğrensin. Gerekirse istediğiniz kadar öğretmen de göndeririz.” Japon Kültür Bakanı büyük bir zarâfetle; “Efendim,” diyor. “İlginize çok teşekkür ederiz. Yalnız burada ince bir nokta var. Bizim çocuklarımız, Japon alfabesini uzun yıllar içinde öğrenmeye çalışırken aynı zamanda sabretmesini, tahammül etmesini, beklemesini de öğreniyorlar. Şimdi bu durumda onlara bu mânevi güzellikleri nasıl öğreteceğiz?” Fransız Kültür Bakanı mahcup oluyor, yüzü kızarıyor ve kekeleyerek, “Afedersiniz” diyor. Birtakım kolaylıkları benimsemek iyi güzel de, hayatın asli unsurları olan sabır, şükür, kanaât, zarâfet, incelik, edep gibi duygulardan mahrumiyet halinde, o toplumun nasıl bir manzara göstereceği de ortada. Bu güzelliklerden mahrumiyet, hepimizin hayatına bir karabasan gibi çöküyor. Açık konuşalım, samimi olalım. Bu durumdan hepimiz şikâyetçi değil miyiz? İçimizde bu yüzden hayata küsenler, bedbinleşenler, dünyası yıkılanlar, çeşitli maddi-mânevi hastalıklara yakalananlar az mı? İsteyen kendi çevresine bakabilir, o çevredeki ailelere, iş muhitlerine, çalışma hayatına, kısa bir bakışla nice acı gerçekleri yakalayabilir. Şöyle kısa bir süre trafiğe çıkmakla bile insan neleri müşahede edebilir. Hepimizin bağrı yanık. Hepimiz ıstırap içindeyiz. Ama yalnız şikâyetle iş bitmiyor ki. Bütün bu olup bitenlerin sebebi nedir? Nereden kaynaklanıyor? Doğru teşhisler koyup, tedavisi yoluna gitmedikçe daha kaç neslin hayatı bu şikâyetlerle geçecek.


Çanakkale Harbi bitiyor. İngiliz Parlamentosu toplanıyor. Başbakana çok ağır eleştiriler geliyor. Başbakan cevap vermek için kürsüye çıkıyor. Elinde bir Kur’an-ı Kerim var. “Arkadaşlar,” diyor, “sizleri dinledim. Eleştirileriniz çok ağır. Ama iyi niyetle yapıldığı için saygıyla karşılıyorum. Beni ve ordumu muaheze etmenize anlayış gösteriyorum. Çünkü siz Türk Milletini ve Türk Askerini tanımıyorsunuz. Türkleri ne İngilizler, ne de dünyadaki herhangi bir millet yenemez. Çünkü onların göğüslerinde kale gibi bir iman var.” Elindeki kitabı kaldırır ve “Arkadaşlar,” der. “Bu kitabı tanıyor musunuz? Biz, Türk Milleti ile bu kitabın arasını açmadıkça hiçbir zaman galibiyet yüzü göremeyiz. Bundan sonraki savaşımız cephede değil, kültür alanında olacak” der ve kürsüden iner. Ve o günden sonra Türk Milletine karşı bir kültürel cephe açılır. Çeşitli yollarla, hilelerle dinimize, dilimize, örf âdetimize, törelerimize, aile yapımıza ve sanatlarımıza karşı bir savaş başlatılır. İlk hedef Türk ailesi olmuştur. Onlar biliyorlardı ki, aile sağlam olduğu sürece hiç kimse başarı elde edemeyecekti. Bugün ne yazık ki aile yapımız çok büyük yaralar almıştır. Sanki bazı medya kuruluşları bir düşman cephesi oluşturmuş gibidir. Pek çok televizyon dizisinde aile yapımızı çökertmeye yönelen çeşitli çirkinlikler yer almaktadır. Ayrı ayrı metodlarla yıllardır bu durum sürüp gidiyor. Yetkili bir kimse çıkıp da durun efendiler, yeter artık bu rezaletler demiyor. Sinemalar yıllardır zehir kusuyor. Bir iffetli, haysiyetli, inanmış, muhterem Türk hanımı çıktı: Ayşe Şasa Hanımefendi. Mevlânâ’nın hayatına ait bir film çevirdi. Milyonların seyretmesi gereken güzel bir film. Bu sabah çok değerli doktorumuz Ayla Belen Hanımefendi anlattı. Dün ailece bu filme gitmişler. Bilet almışlar. İçeri girerlerken sinemadan bir yetkili onları karşılamış ve “Bu filmi görmemenizi tavsiye ederim.” demiş. “Şu anda sinemada kimse yok.” Doktor hanım, “Hayır ben göreceğim” demiş. Eşi ve kızı doktor Burcu Hanım’la salona girmişler. Üç kişi için film başlamış. Oysa Recep İvedik isimli bir itin rezil filmini görmeye yüz binlerce insan koştu. Ayşe Şasa Hanımefendi adına çok üzüldüm. Kendisi Muhittin Arabi Hazretleri’ni en iyi anlayan bir değerli aydınımızdır. Bu çevirdiği filminde Türk gençlerine tasavvufu sevdirmek istemiştir.


Yapılan tahribatlar her gün biraz daha artmakta. Artık okuduklarımızdan, işittiklerimizden, gördüklerimizden utanır hâle geldik. Bu mânevi saldırı her gün biraz daha artıyor. Nasıl otomobillerimiz, otobüslerimiz ateşe veriliyor, dükkânlarımıza molotof kokteylleri atılıyor, kimsenin kılı kıpırdamıyorsa, mânevi değerlerimiz de öyle. İnançlarımıza her gün saldırılıyor. Birtakım insanlar en masum, en temiz inançlarımızın bezirgânlığını yaparak ceplerini dolduruyor, kimseden çıt çıkmıyor. Allah sonumuzu hayır getirsin.


Dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyoruz. Her şeyimiz var. Fakat küçük hesaplar uğruna maddi-mânevi her şeyimiz elimizden alınıyor. Oysa el ele versek, birbirimize Allah rızası için sevgi ve saygı göstersek, hep daha iyiye, daha güzele gitmenin aşkını ve heyecanını duysak neler kazanmayız... Resulullah Efendimiz, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Peki biz ne bekliyoruz?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]