subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                    Sabri Tandoğan

 

Muhteşem Bir Sentezin İki İnsanı Fatih ve Akşemseddin


Bir pilin iki ucu var, biri artı biri eksi. İki ucu da artı veya iki ucu da eksi olsa, pil görevini yapamaz. Hayata baktığımız zaman iki unsur görüyoruz. Madde ve mânâ. Ancak bu iki unsur bir araya geldiği zaman ortaya gerçek mânâda bir güç, bir anlam, bir güzellik çıkıyor. Tarih nicelerine şahittir “ben gönül adamıyım” deyip maddeyi hor görenler, ciddiye almayanlar, bunun aksine “hayat maddeden ibarettir, gerisi lâftır” diyenler hayat boyu hep yanıldılar, sonunda avuçlarını yaladılar.


Dünya siyaset tarihine baktığımız zaman şunu görüyoruz. Ne zaman siyasî erk, devlet kudretini ellerinde bulunduranlar mânâya da önem verip, mânâ adamlarıyla beraber yürümüşlerse, topluma hep güzellikler kazandırmışlar, ileri bir çizgiye götürmüşlerdir.


Yüzyıllar ötesine gidelim. Fatih’in babası Sultan Murat büyük bir edep ve saygıyla Hacı Bayram Hazretleri’ne sorar. “Efendi, İstanbul’u almayı çok istiyorum, dua buyurun. Nasıl hareket edeceğimi söyler misiniz?” O sırada Fatih beşiğinde mışıl mışıl uyumaktadır. Hazret beşiği işaret ederek, “Efendim, İstanbul’un fethi bu çocuğa ve bizim Akşemseddin’e nasip olacaktır” der. Yıllar geçer, Fatih büyür, padişah olur. Hocası Akşemseddin Hazretleri’ne büyük bir sevgi ve saygıyla bağlanır. İstanbul’u fethe giderken ordusunun yanında başta Akşemseddin Hazretleri olmak üzere, yetmiş mânâ büyüğünü beraberinde götürür. Fatih’in hayatı en ince ayrıntılarına kadar incelendiği zaman, müstesna kişiliğinde pek çok meziyetlerin birleştiğini görüyoruz. İnsanlık tarihinde yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet, aynı zamanda büyük bir devlet adamı olduğu kadar, büyük bir idealist, büyük bir düşünce adamı idi. Bugüne kadar dünya tolerans, hoşgörü tarihini yazanlar, hep Fatih’in bu yönünü atlayarak (bilinçli veya bilinçsiz) ona büyük haksızlık yaptılar. Düşünün yirmiiki yaşında gencecik bir delikanlı İstanbul’u alıyor, Bizans’a son veriyor, yeni bir çağ açıyor ve hemen ertesi günü bir ferman yayınlıyordu. İnsanlık kültür tarihinde hep unutulan, ihmal edilen, görmezlikten gelinen bir gerçeği söylüyordu. Herkes inanışında, itikadında, ibadetinde hürdür, müstakildir. Kimse kimseye karışamaz. Müdahale edemez. Bu husus, (Ya Rabbi, batının bu taassubu ne zaman bitecek?) bütün düşünen insanları uzun uzun tefekküre sevk edecek kadar büyük bir önem taşıyor. Olaydan nice yıllar sonra batıda bir “Sen Bartelmi” faciası yaşanıyor, aynı dinin iki farklı mezhebine mensup insanlar birbirleriyle savaşıyorlar. Otuzbin kişi katlediliyor. Osmanlı Devleti’nin kültür hayatı incelendiği zaman o hoşgörünün, o tolerans ruhunun hep devam ettiğini görürüz. Fatih’in en büyük ideali, İstanbul’u aldıktan sonra doğu ve batı medeniyetleri arasında bir sentez meydana getirmekti. Bu suretle, bir insanlık kültürünün ortaya çıkmasını istiyordu. Yaşadığı sürece sarayını doğunun ve batının en büyük fikir, sanat, düşünce adamlarına açtı ama ideallerini gerçekleştiremeden Venedikliler tarafından zehirlenerek öldürüldü. Bir devlet adamını bu kadar ileri bir kültür düzeyine götüren kimdi, hangi kuvvetti? Bu hususa da birkaç istisna dışında değinilmemiştir. Acaba Akşemseddin Hazretleri olmasaydı, Fatih o kültür düzeyine gelir miydi? İstanbul’un fethinde her zaman yanında bulunmuş, morali bozulduğu zaman ona güç aşılamıştır, cesaret vermiştir. İstanbul’un fethinden ölene kadar da daima yardımlarını, himmetini esirgememiştir. Bir gün fetihten sonra, Fatih rüyasında Eyüp Sultan Hazretleri’ni görür. Hazret kabrinin yapılmasını ister. Durumu hocasına açar, beraber Eyüp’e giderler. Şimdi Defter-i Hakanî’den anlatıyorum. Mezara geldikleri zaman (tabi o zaman dümdüz bir toprak olmuştu) Akşemseddin Hazretleri Fatih’e döner, “İşte sultanım Hazret burada yatıyor. Başucu şurası, ayakucu burası” der. Kazma ile toprağı açmaya başlarlar. Cenazeye yaklaşıldıkça Akşemseddin Hazretleri kazmaları durdurur, mübârek beden incinmesin diye toprakları elleriyle almaya başlar. Hazret beyaz kefeni ile yatmaktadır. Genç Fatih’in gözlerinden yaşlar gelir. Büyük bir heyecan içinde eğilir, mübârek ayaklarından öpmek ister. Birden ayakların geri çekildiğini görür. Fatih hem üzülür, hem ağlar, hocasına sarılır. “Efendim çok üzgünüm, beni ayaklarından öpmeme lâyık görmedi.” der. Akşemseddin Hazretleri genç padişahı teskin eder. “Sultanım, siz ulûlemr’siniz. Mübârek sultan edeben ayaklarını çekti” der.


Bir insanın yetişmesi için daima madde ve mânânın beraber yürümesi gerekiyor. Devlet yönetimi çok zor bir iş, siyaset kaypak. Her an yeni bir strateji ve taktik isteyen bir hizmet alanı. Devlet adamı her an yeni bir hamle, heyecan içinde olan bir kimse. Bu kadar zor bir zeminde düşmeden kalabilmek için muhakkak mânevi güçlere ihtiyaç var. Ama gerçek mânevi güçlere. Allah, Peygamber ve Kur’an yolunda olan insanlara ihtiyaç var. Her zaman ve her yerde küçük hesapların, adi menfaatlerin, çıkarların üstüne çıkabilen güzel insanlara ihtiyaç var. İşte bu gerçek gönül adamları, her zaman ve her yerde sükûnet, basiret, temkin, itidal içinde olan insanlar, siyasî erkle birleştiği zaman insanlığın, efendiliğin ileri ve uygar yaşamanın çiçekleri ortaya çıkıyor.


Fatih ve Akşemseddin bunun en güzel örneği. Hiç kimse tek başına ideal, kusursuz, mükemmel değildir. Hangi insanı alırsanız alın, daima pozitif değerlerinin yanı sıra noksanlarını da görürsünüz. Ancak madde ile mânâ, zâhir ile batın birbirlerini bütünledikleri zaman ortaya varoluşun, yaşamanın, uygarlığın en güzel renkleri çıkıyor. İşte hayat o zaman anlamlı, güzel ve ışık dolu oluyor.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]